I

O sesi kesip atmamız bir ezgiden veya bir tümceyi çıkarmamız bir metinden, o şeyleri yok

etmez şüphesiz.

İşte bu eylem bir kurgudur. Kurgu ise “anlam” temelli bir yapı inşasıdır. Hayata, hayatlarımıza

bir anlam katma uğraşımız da kendimizi yontarak biçim/biçem verme çabasıdır.

Doğanın kendi yazılımındaki anlamı okumak ise hayatlarımızın anlam kurgusunun abecesi,

taşıyıcı kolonudur.

Anlam okumasındaki samimiyet/içtenlik, kendimizle ve bir parçası olduğumuz doğayla barışık

olmak bizim gücümüzdür.

Kendisiyle ve doğayla barışık olmak demek ne geçmişin körkuyusunda kalmaktır (vah, tüh,

keşke) ne de gelecek endişesiyle günü ve anı kaçırmaktır.

Doğanın yazılımında her insan için bir gelecek tasarımı ve kaygısı şüphesiz vardır. Gelecek

endişesi derken insanın “Acaba olacak mı? Ya olmazsa” saplantısıyla günü es geçmesinin altını

çizmek isterim.

Coşku ise anlam temelindeki kurgunun yaşama sevincidir. Coşku, ne denizin dip kuytularını

harmanlayıp kıyıya savuran bir öfke, ne de bir uçurumdan kendini bırakan suyun şiddetidir.

Coşku, motoru zekâ olan kurgunun akıl ve duygu sentezinde, şüphesiz iniş ve çıkışlarla

kesintisiz akışıdır.

Bütün bu kurguyu taçlandıran ise kalite/nitelik, estetik düzey olacaktır şüphesiz.

II

Ölümsüzlüğe inanır mısınız? Ölümsüzlüğü, değişende değişmeyeni yakalayarak ifade eden

yapıtlar olarak tanımlayabiliriz. Bir atasözümüz “Eşek ölür semeri, insan ölür eseri kalır” der. Bu

yapıtlar, bedenen görünmez olduktan sonra kalanlara bir armağandır; kendilerini, doğayı ve

evreni okumaları için ol-öl sarkacında bir enerji dönüşümü olan hayatlara.

İnsanlığa bir armağan olan bu yapıtlar, bizim hayatın anlamını okumamızda adeta bir kısa yol

çizerler. İnsanın, kendini okuyarak anlaması bir parçası olduğu kâinatı da anlamasının eşiğidir.

III

Bitmekle bitmemek arasındaki ilişki, biz buna “olmakla ölmek” diye de bakabiliriz; anlık duruş ve

bakış açımızla ilintilidir.

Anlık algımız, gözün görebildiği, kulağın işitebildiğiyle sınırlıdır. O bakış anında görmediğimiz,

işitmediğimiz her şeyi, hadi buna kokuları da ekleyelim, yok saymak bir yanılsama değilse

nedir?

“Güneş doğdu veya battı” algımız, bizim bulunduğumuz dünya açısına göredir. Hâlbuki bizim

“doğdu” dediğimiz güneş bir başka açıda batmakta veya “battı” dediğimiz güneş bir başka açıda

doğmaktadır. Aynı durum mevsimler için der söz konusu değil midir? Kuzey yarıkürede kış iken

güney yarıkürede yaz mevsimi yaşanmaktadır.

IV

“Hayatın bir anlamı yoktur. Biz ona anlam yüklemek zorundayız” diye bir açıyla bakarsak, hayatı

boş bir yük vagonuna benzetmiş oluruz veya işletim programı yüklenmemiş bilgisayara. Bu

durum, insanın doğa ve evrenle olan ilişkisini görmezden gelen bakışın kaçınılmaz sonucudur.

V

Kendi olmak/olabilmek, değişen ve dönüşen dinamiğiyle dün-gelecek sarmalında, doğayla

tanışma ve barışma sürecimizdir. Ve şüphesiz her barışma gibi gerçeklikle yüzleşmeyi ve o

gerçeği kabullenmeyi gerektirir. Doğa ki eşiğidir evrenin, aynalar tutar bize, hayatı anlamamız

için.

Anlamanın temel taşı ise samimiyet değilse nedir? Çünkü doğa yaşadığımız ya da başımıza

gelen hiçbir şeyin anlamsız olmadığını söyler.

Özetle kendimize aitiz, kendimiz de doğaya. Kendine yabancılaşmamanın panzehiri samimiyettir.

VI

Sözlü kültür, her söylenişte yeniden üretilen dinamiğiyle üretken bir yapı olup insanlık tarihinin

en derin köküdür. Masallardan türkülere, destanlardan söylencelere genişleyen bir boyut.

Yazının ve kitap basımının yaygınlaşmasıyla yazıya aktarılan sözlü kültür dinamikliğini yitirerek

sabitlenmiştir.

VII

“Beni kalbine mühürle; sevgi, ölüm kadar güçlüdür.”

Victor E. Frankl