Ahmet Gürel ve Bülent Türker’in ortaklaşa kaleme aldıkları, “Atatürk ve Unutulmaz Anıları” adlı kitapta ulu önderin ağzından anlatılıyor aşağıdaki anlamlı anı:

“Ben Bulgaristan’da ateşemiliterdim (askeri ataşe idim). Bir gün Sofya’da hem çay içilen hem de dans edilen bir yerde oturuyordum. Hiç unutmam, bir ara içeriye bir Bulgar köylüsü girdi. Ayağı çarıklıydı ve şalvarlıydı. Ve geçip masaya oturdu. Çay içmek beraberinde pasta (kek) yemek istedi. Kimse kendine aldırış etmeyince de garson çağırmak için masaya vurdu. Sipariş almak üzere kimse gelmedi. Belliydi ki, uygunsuz giysisi ile gitmesini arzu ediyorlardı. Bir daha vurdu masaya. Bu kez ayağını da vurdu. Nihayet garsonlardan biri geldi ve “Burası sizin için uygun değil.” dedi. Köylü oralı olmadı. Bu kez işletmenin patronu geldi ve “Çıkın buradan!” dedi. Sen misin bunu diyen, köylü bu kez başladı yüksek sesle söylenmeye, bağırıp çağırmaya:

“Kimi nereden kovuyorsun sen, utanmaz adam? Bilmiyorsan söyleyeyim, bu memleket (Bulgaristan) benim kazandığımı ve ürettiğimi yiyerek geçiniyor. Ülke de siz de benim sabanımla ve tüfeğimle yaşıyorsunuz. Yediğim içtiğimin parasını da ödedikten sonra niye buradan gidecekmişim!” diye bağırmaya başladı. Polis çağırdılar. Köylü onlara da benzeri sözleri tekrarlayarak bağırdı. Ekip, köylüyü dinleyince, haklı olduğunu görerek köylüye bir şey demeden çekip gitti. Garsonlar, köylüye sipariş verdiği çay ve pastayı (keki) getirmek zorunda kaldılar.

Bu olay, Mustafa Kemal’in aklının bir köşesinde hep kaldı. Savaşların ertesine kadar. O, Libya’da, Arabistan çöllerinde, Balkanlar’da, Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu’da yurdu için canını esirgemeyen, savaşta canıyla, malıyla katkıda bulunan toplumun nüvesini oluşturan hep veren, ama almaya gelince hep unutulan, yok sayılan, Ama toplumun özünü, üretim gücünü oluşturan köylüyü tanımış, vatan için ölmeyi emrettiğinde bir an bile düşünmeden ölüme koştuklarını, bağımsızlığı kendisi gibi karakter edindiklerini görmüş, özverilerine cephelerde defalarca tanık olmuştu. Savaşın bitiminde, cumhuriyetin öncesinde, kuruluş aşamasında ve sonrasında aklında onları hak ettikleri konuma getirmek, kalkındırmak, çoktan hak ettikleri “ulusun efendisi” yapmak düşüncesi hep vardı.

O, üretmenin, iş görmenin, vatan söz konusu olduğunda her şeyin birer ayrıntıdan ibaret olduğunu bilir, gerçek üretici olan köylünün ulusun efendisi olmayı hak ettiğini düşünür, her fırsatta gereğini yapardı.

Köylüdür, içtiğimiz sütü, yediğimiz peyniri, yoğurdu, ekmeğimize sürdüğümüz yağı, üreten. Çarşıda pazarda satılan kek, pasta, çörek, börek ne varsa onun özünü oluşturan unu emek emek üreten, terini katan saf Anadolu köylüsüdür. Meyve, sebze onun üretimi. Cesaret onundur. Korku nedir bilmeyen odur. O ihmal edildiğinde ceremesini tüm toplum öder. Bunun bilincindeydi Mustafa Kemal.

Önder olmak, Atatürk olmak kolay değildi. Atatürk, her şeyin farkındaydı. Kime dayanacağını, kiminle yola çıkacağını gayet iyi biliyordu. Bütün derdi, defalarca deneyimlediği Türk köylüsünü efendi yapmaktı. Tüm arzusu, kulu birey, ümmeti millet (ulus) yapmaktı.

Yaşam boyu, Türk köyünü kalkındırmak, köylüyü hak ettiği biçimde sözde değil, özde “yurdun efendisi” yapmak için uğraştı, her alanda eğitmek için, olumlu yönde yaşamlarını değiştirmek için uğraştı.

Eğitim dedi, eğitim bakanı Arıkan’a eğitmenlik kurumunu önerdi, aklı başında sağduyulu okuma yazma bilen zeki askerleri, onbaşı ve çavuşları kısa sürelerle eğiterek köylerine göndermeyi, köylülere öğrendiklerini öğretmeyi öneren odur. Bunu deneyimleyen, öngörüsüyle köy enstitülerine giden yolu açan da o Mustafa Kemal idi.

Atatürk, özveride sınır tanımayan, üretken çalışkan köyü, köylüyü her fırsatta gündeme taşıyan, ululayan insandı. Bunu her fırsatta dile getiriyordu. Savsözlerinin önemli bir kısmı köye ve köylüye yönelikti.

“Bu memleketin gerçek sahibi ve toplumumuzun asil (soylu) unsuru köylüdür.” dedi.

“Türkiye’nin asıl sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. O halde, herkesten daha çok refah, saadet ve servete müstahak ve layık olan köylüdür.” ifadesini ekledi.

“Eğer ulusumuzun büyük çoğunluğu çiftçi olmasaydı, biz bu gün dünya üzerinde olmayacaktık.” gerçeğini dile getirdi.

“Ulusumuz çiftçidir. Ulusun çiftçilikteki çalışma olanaklarını, çağdaş ve ekonomik önlemlerle en yüksek düzeye çıkarmak zorundayız.” dedi.

“Ulusal ekonominin temeli tarımdır. Bunun içindir ki, tarım alanında kalkınmaya büyük önem vermekteyiz. Köylere yayılacak programlı ve uygulamalı çalışmalar, bu maksada erişmeyi kolaylaştıracaktır.” sözü ile tarımın önemini, kalkınmadaki yerini, kendi kendine yetme bakımından önemini vurguladı.

Farkındaydı, “Türk köylüsünü “ yurdun efendisi” yapmadıkça, memleket ve ulus yükselemez.” derdi.

Her ortamda, her fırsat çıktığında köyü köylüyü ön plana çıkarttı, üretici gücü ululadı.

“Saban kullanan kol, gün geçtikçe daha çok güçlenir ve daha çok güçlendikçe daha çok toprağa sahip olur.” Tarımın değerini biliyor, uygulamalı olarak göstermek için çiftlikler kuruyordu. teknoloji kullanıyordu. Örnek oluyordu.

“Ulusumuz, çok büyük elemler, yenilgiler, yıkımlar görmüştür. Bütün olanlardan sonra yine bu topraklarda bulunuyorsa bunun temel nedeni şudur: Türk çiftçisi bir eliyle kılıcını kullanırken, diğer elindeki sabanla topraktan ayrılmadı. Eğer ulusumuzun büyük çoğunluğu çiftçi olmasaydı, biz bugün dünya yüzünde bulunamayacaktık.” düşüncelerinde samimi idi.

O köylüler ile bulunduğu sofraları önemseyen biri idi. Böylesi bir gecede, “Diyebilirim ki hayatımda yaşadığım en yüce, en sade, en mutlu ve içten gece, bu gecedir. Çünkü bu gece, çok derin saygılarla, sevgilerle bağlı bulunduğumuz ulusumuzun büyük çoğunluğunu oluşturan çiftçilerimizle bir sofrada bulunuyorum. Bu sofrada, onların emekleriyle meydana gelmiş ekmeği onlarla beraber yiyoruz.”

Köylüyü, velinimet sayan, onların daha iyi koşullarda yaşamasını amaç edinen Atatürk, lokmasını onlarla paylaşıyor, dertlerini dert biliyordu.

Bizim sansımız, çağlara sığmayan böylesine büyük düşünen, geleceği ön gören, çok boyutlu düşünen, başarıya odaklanan, herkesin özendiği imrendiği bir lidere sahip olmamızdır.

Bize düşen onun ilkelerine sahip çıkmak, sorumluluk duygusu içinde yurt sevgisinin gereği olarak çalışmak, yarım bırakılan işleri özüne dokunmadan, tamamlamak, geliştirmek olmalıdır.