Sevgili Tuncer Çetinkaya, yılların eğitimcisi olarak sanat üzerine söylediğin karamsar sözler geçen haftalarda epey tartışıldı. Amacın polemik yaratmak mıydı?

Sanat gibi ön kabullere ve kesinleşmiş formüllere dayanmayan bir alanda kaleme alınan yazılar bir dışavurum aracıdır ve yazarının duygusal refleksini, içinden geçilen döneme dair ruh halini yansıtır. Bu bağlamda ayakları yere basmayan, içi boş bir umudu pompalayan metinler ne kadar meşru ise karamsarlıktan beslenen ve ışığı bulamayan yazılar; hatta bilinçle yaratılan polemikler de aynı oranda sahici olabilir. Sözgelimi Weimar sanatçılarının tasvir ettiği dünyada çıkış yoktur. Tablolar, maskeli baloyu andıran sahte bir kent formunda, totalitarizme doğru koşar adım yol alan bir evrenin eleştirisine soyunur. Örnekler Goya’dan Daumier’ye ve Picasso’ya kadar genişletilebilir.

Ülkede ve dünyada sanat adına bir umudun kalmadığı konusunda ısrarcısın o zaman…

Değilim. Sadece anın fotoğrafını çekmeye çalışıyorum. Bu, mücadeleye devam etmeyeceğim anlamına gelmiyor; ama ülkenin halini bir yana bırakın, sanat çevrelerindeki manzaraya bakınca kişisel yargımın bu yönde olduğunu söyleyebilirim.

Bunu biraz daha açalım istersen.

Eleştiri kurumu uzunca bir zamandır kültürel sistemin varlığını idame ettirmesini kolaylaştırmanın bir aracına dönüşmüş durumda. Yazıda da vurguladığım gibi, önceki üretimleriyle çelişme pahasına, her defasında farklı şeyleri deneyen bir yaratıcının ortaya koyduğu her ürünün “başyapıt” olarak nitelendirildiği bir iklimden geçiyoruz. Sanat yazıları artık sorgulama değil tanıtım refleksiyle kaleme alınıyor. Sözgelimi uluslararası fonların, TRT ya da Kültür Bakanlığı desteğiyle gerçekleşen eserlerin neleri anlatamadıklarına odaklanmak yerine ortaya çıkan durum (sözde) masaya yatırılıyor. “Yandaşlık” veya “devşirmecilik” sorgulanırken, madalyonun diğer tarafında öylece duran “lobicilik”ten dem vuran pek yok! Köşe başlarını tutma hadisesi, Türkiye gibi ülkelerde her daim geçerli idi, ancak nitelik sorunu hiçbir zaman bu denli ön plana çıkmamıştı. Günümüzde kendi hareket alanına dokunulmadıkça gerçek bir sistem sorgulaması yapanların varlığına inanmıyorum. Okuyandan çok yazanın, sorgulayandan çok durmaksızın konuşanın, yetenekli olandan çok iyi pazarlayanın hâkim olduğu bir “sanat piyasası”nda, Can Yücel’in “Sevgi Duvarı”nda dediği gibi, “düştüğüm(üz) yer öyle açık, seçik ki…”

Benzer şeyleri Antalya için de söyleyebilir miyiz?

Elbette. Kent, ülkenin düşük ölçekli bir panoramasını sunuyor bizlere. Örnekleyelim dilersen: Yıllardır kentin bir kültür politikası olmamasını gençlere dönük projelerin olmayışıyla açıklıyor, yazıp çiziyoruz. Maliyeti son derece düşük, geçmişte olumlu örnekleri bulunan liselerarası tiyatro, müzik, kısa film yarışmaları önerimizi yerel yönetim cephesinde duyan yok! Resim etkinliklerde de benzer bir “ben yaptım, oldu!” mantığı söz konusu. Bu etkinliklerin tamamı, herhangi bir yerel etkinlikte il dışından getirilen bir şarkıcıya / topluluğa ayrılan bütçenin muhtemelen onda birine tekabül ediyor. Peki, bu konuda yakınmaktan öte ne yapıyoruz? Kültür kurumlarının, derneklerin vb. yapılanmaların tabandan gelen basıncı kamuoyuna, erke, yerel yönetime iletmenin birer aracı olmalarını beklemek hayalcilik midir? “Sesimizi duyan yok ki…” kolaycılığı, tepkisizliğin teorisine hizmet ediyorsa, vay halimize… Bunca kurum ve sanatçı topluluğu, her yeni dönemde kendilerine öncekinden farklı hiçbir şey vaat edilmediğini, bir şeyleri değiştiremeyeceklerini bilerek zincire dâhil oluyorlarsa burada bir sorun var demektir! Bana, “Bu koşullarda dünyayı / ülkeyi sanat falan kurtarmayacak” sözlerimden ötürü sitem edenlerin de bu gerçekliğin farkında olduklarına eminim oysa. Bu da durumu daha vahim kılıyor.

Daha somut örnekler vermeni rica etsem…

Sözgelimi Kaleiçi Old Town’da demokratik karar alma, konsept belirleme aşamalarının tamamında yer alan topluluklar, Kültür Yolu’na davet edildiğinde aynı işleyişin hayata geçirilmesi talebinde bulunmayı aklından dahi geçirmiyor. İstisnaları dışarıda bırakarak söyleyecek olursak, kurumlar arası iletişimsizliği eleştiren, bu kadar yakın tarihli iki etkinliğin kentin kültür ortamına nasıl bir katkı sağlayacağını sorgulayan yok! Büyük reklamlarla getirilen (sergi demeye dilim varmıyor!) Kahlo, Warhol, Picasso etkinliklerinin bütçelerini araştıran yok! Kurumların veya şahısların bir bölümü, niteliğini ya da içeriğini sorgulamaksızın tüm etkinliklerde yer almayı başlı başına bir kazanım olarak görüyor! Kentin yüz akı etkinliklerden olan Antalya Edebiyat Günleri’ne kurumsal olarak davet edilmedikleri gerekçesiyle sitem eden dostlarımız var. Şu akıldan çıkarılmamalı ki, bir kentin kültürel ortamı yalnızca yerel dinamiklerin üzerinde yükselmez; olgunun ulusal ve evrensel boyutları vardır. Kişi ve kurumlara kimi zaman düşen görev, işin merkezinde olmayı talep etmek değil, yılda hiç değilse birkaç gün akademisyen ve yazarların görüşleriyle kendilerini geliştirmeye çalışmaktır.

Bütün bu tespitlerin yazını daha da tartışmalı bir hale getiriyor.

Kanımca yazının bu denli tartışılmasının temel nedeni, yerleşmiş bir mantığı tersyüz etmesi. Uzunca bir zaman sonra öznenin; ülke ve dünya genelinde yaşanan olumsuz gelişmeler, yöneticilerin niteliksizlikleri ya da politik çalkantılar değil, bizzat sanatla iştigal eden kesimler olduğu hatırlatıldı. Kültür çevrelerinin yanılgısı olguya tuhaf biçimde dışarıdan bakmalarından kaynaklanıyor. Bu tutumun, “Ne olacak bu memleketin hali?” şeklindeki kıraathane sohbetlerinden pek farkı yok. Sistemi, yönetimleri, mevcut durumu eleştiriyor gibi görünmek kolay; ama, “Bütün bunları değiştirmek adına ne yaptınız?” sorusuna göğsünü gere gere yanıt vermek sanırım o kadar kolay değil.

Yazı neden şimdi, yani bu zaman diliminden geçerken yayınlandı? Özel bir nedeni var mı?

Gözlemlerim vardı kuşkusuz; ancak gerçek aydınlanma, geçen aylarda, üzerinde uzun uzadıya düşünülmüş bir sanat çalışmasına ortak olduğumda yaşandı. Bizler, yaptığımız çalışmaların savunusunu hep “iyi niyet” üzerine kuruyoruz. Oysa bu ifade, eylemlerinizin doğruluğunu değil samimiyetinizi ölçmenin -sübjektif- bir aracı olabilir. Planlamasına haftalarınızı ayırdığınız bir etkinliğin hep aynı yüzlerle yapıldığını, yarım asrı geride bıraktığınız halde seslendiğiniz kitlenin içinde en gençlerden biri olduğunuzu; dahası sonucu asla değiştiremeyeceğinizi fark ettiğinizde “gerçek” denilen o şeyin duvarına da çarpmış oluyorsunuz.

Peki, “Bütün bunları değiştirmek adına (sen) ne yaptın?”

Çok güzel bir soru. Biraz da bu yüzden, finaldeki o meşhur cümleyi kurarken “…bu satırların yazarı da dâhil” ifadesini kullanmıştım. Aynı bütünün sıradan bir parçasıyım sadece. Bunları itiraf etme cesareti göstermek beni ya da bir başkasını diğerlerinden farklı kılmıyor. Buna karşın son dönemde, önceki yıllardan farklı olarak projelerin merkezine genç arkadaşları yerleştirmeye özen gösteriyorum. Geçen aylarda sahnelediğimiz “İlelebet: Müzikli Drama”nın kadrosunun büyük çoğunluğunu 18 yaş altı gençler oluşturuyordu. Yaz aylarında hayata geçirmeyi planladığımız dizi film projesinde ya da AntSanat Dergisi Şairler Buluşması’nda da benzer bir yaklaşımı sergilemeyi planlıyorum. Sakın yanlış anlaşılmasın, temel derdim sanatın gençleşmesi değil; kişisel yaşlanmamın önüne böyle geçmeyi planlıyorum! (Gülüşmeler…)

Sohbetimiz boyunca mevcut olanın eleştirisini yaptın. Anlıyorum, olguları anlamamız için kaçınılmaz bir durum bu. Ama “ne yapmalı?”ya dair sözün yok mu?

İnançsızlığımı baştan açık ettiğim için bu sorunun muhatabı değilim aslında! (Gülüşmeler…) Şaka bir yana, gidişatı bireysel olarak değiştirmenin imkânı yok. Biraz da bu yüzden örgütlü topluma, içinde yer aldığımız dernek, vakıf ve topluluklara inanmıyor muyuz? Söz konusu sanat çevreleri olduğunda, değiştirmeye çalışmanın ilk adımının herkesin kişisel adalarını terk edip ortak ve ses getiren bir paydada buluşması olduğunu söyleyebilirim. Basit görünen; ama psikolojik bakımdan hayata geçirilmesi hiç de kolay olmayan bir öneri bu. Hepimiz kendi konfor alanımızda ve hayatın doğal akışı içinde -bu koşullarda ne kadar olabilirse!- mutlu mesut yaşıyoruz. Kazanılmış mevzilerimiz, kumdan kalelerimiz var. Ama hepimizin dilinde aynı şarkı: “Eksik bir şey var!” Korkarım bakışımız değişmedikçe, ne sözler ne de ezgisi değişecek.

Muhabir: ENGİN KORKMAZ