23 Ocak 1913’te İttihatçıların lideri Enver Paşa ve fedaileri Bâb-ı Âli denilen hükümet konağını bastı. Baskında aralarında yaverlerin ve güvenlik memurlarının da bulunduğu 12 görevli öldürüldü. Harbiye Nazırı Nazım Paşa baskıncılara karşı koymaya kalkınca, İttihatçıların ünlü katili Yakup Cemil tarafından vurularak öldürüldü. 84 yaşındaki Sadrazam Kamil Paşa'nın başına silah dayayan İttihatçılar, “ordunun isteğiyle" istifa ettiğini belirten Kâmil Paşa'ya, "ordunun ve milletin isteğiyle istifa ediyorum" diye yazdırdılar. Baskıncılar, Kamil Paşa'nın istifa dilekçesini, kendi adamları Mahmut Şevket Paşa'nın yeni kabinesi için hazırladıkları onay dilekçesiyle birlikte padişaha sundular. Bu oldubitti karşısında çaresiz kalan padişah İttihatçı hükümeti onayladı. Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinin yakın tarihindeki ilk darbe girişimi buydu. 27 MAYIS - 12 MART – 12 EYLÜL Yakın tarihimizin ikinci darbesi 27 Mayıs darbesi idi. 27 Mayıs darbesini yapanlar Demokrat Parti iktidarının hukuk dışı uygulamalarına “dur” demek için iktidara el koyduklarını belirtseler de kendileri de hukuk dışı uygulamalara yer vererek dönemin Başbakanı Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan'ı idam ettiler. Geçtiğimiz yüzyılın üçüncü darbesi 12 Mart 1971 Muhtırası’yla gelen askeri darbeydi. 12 Mart askeri diktatörlüğünü 1980 yılında gerçekleştirilen 12 Eylül darbesi izledi. 12 Mart ve 12 Eylül diktatörlüklerinin öncelikli hedefi radikal sol kesimler başta olmak üzere toplumsal muhalefetin aktif kesimleri oldu. 27 Mayıs döneminin ardından ekonomik ve demokratik hakların sınırlarını genişleten bir anayasanın yapılmış olması, onun 12 Mart ve 12 Eylül diktatörlüklerinden farklı, “iyi” diktatörlük olduğu algısını getirdi. Oysa 12 Mart ve 12 Eylül diktatörlüklerinin hiçbir direniş gösterilmeden iktidara gelmiş olması bu algının sonucu idi. VESAYETÇİ ORDU Bâb-ı Âli baskını, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin hepsi varlık koşulunu iktidarın asıl sahibinin asker – sivil – aydınlardan oluşan bir zümre olduğu, bu iktidarın yönlendirici gücününse ordu olduğu anlayışına dayandırıyordu. Bu anlayışa göre siyaset ordunun vesayetine, ayarına ihtiyaç duyan; ordunun ayarını dikkate almak zorunda olan bir kurumdu. Siyasetin basiretsiz kaldığı noktada, ordu devreye girip toplumun gidişine, toplumsal muhalefete de ayar vermekle yükümlü bir kurumdu. İYİMSER OLAMIYORUZ 15 Temmuz darbesine bakış bu olmadı. İktidar mensupları asıl muhatabın, asıl hedefin kendileri olduğu düşüncesiyle; muhalif kesimler 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde gerçekleşen darbelerin zılgıtını yiyip, askeri diktatörlüklerin nihai hedefinin toplumsal muhalefetin öncüleri olduğunu bildikleri için 15 Temmuz girişimine karşı direndiler. 15 Temmuz’u teslimiyetin yerine bir direniş geleneği yarattığı için diğerlerinden daha “iyi” kabul etmek gerekir. 15 Temmuz sonrasında OHAL ve KHK’larla gelen uygulamalar, darbenin askeri ya da sivil gerçek sahiplerinin, “Fetö’nün siyasi ayağı” denilen ayağının ortaya çıkarılmamış olması; darbenin “güdümlü” olduğu yorumları; bir tür darbe simülasyonuna yer verildiği kuşkuları, bu iyimserliğimizi yok ediyor. DİKTATÖRLÜK BU TOPLUMA İŞLEMEZ 15 Temmuz’da Fetöcüler iktidar olsaydı, 12 Mart – 12 Eylül dönemlerinden çok daha kanlı bir süreç yaşanacaktı. AKP iktidarı, sadece bu nedenle bile, ona muhalif olanlar açısından ilk başta Fetö iktidarına göre ehven-i şer görüldü. Şu andaki durumsa böyle değil. “En kötü sivil diktatörlük en iyi askeri diktatörlükten daha iyidir” düşüncesi iktidarın uygulamaları karşısında inandırıcılığını giderek kaybediyor. Bunlar,15 Temmuz sonrasının bizde umutsuzluğa yol açan yönleri. 15 Temmuz sonrasının CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun başlattığı, milyonların katılımıyla gerçekleşen Adalet Yürüyüşü gibi umut vaat eden yönleri de var tabi ki. Bu umut varlığını koruduğu, adalet arayışlarına neden olduğu sürece diktatörlüğün askerisi de sivili de bu topluma işlemez görünüyor. Benim 15 Temmuz’la ilgili kanaat ve yorumum budur.