Türkiye, uzun yıllardır “yeni anayasa” söylemiyle uyandı her sabaha. 1982 Anayasası’nın darbe gölgesinde yazıldığı, çağın gereklerine cevap veremediği ve sivil bir anayasanın zorunluluğu konusunda neredeyse toplumun tüm kesimleri hemfikir. Ancak mesele bir anayasa metni yazmaktan çok daha öte: Bu bir rejim tartışmasıdır. Bir toplum mühendisliği değil, rejim mühendisliğidir artık konuşulan.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın öncülük ettiği yeni anayasa söylemi, her ne kadar sivil anayasa vaadiyle pazarlansa da uygulamada bu girişim, “daha fazla iktidar yoğunlaştırması” riskini beraberinde getiriyor. Meclis zayıflatılmışken, denge-denetleme mekanizmaları neredeyse işlevsiz hâle gelmişken yeni bir anayasa sürecinin tek sesli ilerlemesi, bu ülkeye hukuk değil, tahakküm getirir.
Toplumsal mutabakat yok. Muhalefet masada değil. Sivil toplum sürece dahil edilmiyor. Oysa anayasa, herkesin söz hakkı olduğu bir masanın ürünüdür. Eğer bu masa tek bir görüşün iradesiyle kuruluyorsa, o metin anayasa değil, bir grubun manifestosudur.
Bir diğer önemli kaygı ise temel haklar alanında yaşanıyor. Laiklik ilkesi, kadın hakları, ifade özgürlüğü gibi kırmızı çizgiler konusunda yapılan belirsiz açıklamalar, anayasal güvencelerin ortadan kalkabileceğine dair ciddi endişelere yol açıyor. Türkiye’nin temel kazanımları budanarak değil, korunarak geleceğe taşınabilir.
Yeni bir anayasa mümkündür, ama bu; yalnızca iktidarın değil, toplumun tamamının anayasası olursa bir anlam taşır. Aksi hâlde bu çaba, sadece bir anayasa değişikliği değil, bir “rejim tescili” olur.
Bugün yapılması gereken şey yeni bir anayasa değil, eski demokrasiyi onarmaktır.