60’ların lise sportif faaliyetlerinin ve dönemin efsanevi hocası Yekta Başeğmez’in gözde öğrencisi, sonradan Antalyaspor’a dönüşecek Ferro Krom’un sol açığı, TRT korosunda Yıldıray Çınar ekolünün parlak temsilcisi, Bahçeli ve Şarampol’un hayta delikanlısı, 60 yıllık Meteoroloji emektarı… Babam… Bir süredir yaşam savaşı veriyor.

Kişisel bir yazı bu. Ama…

Ekmek Partisi Yılları

Ona dair silik görüntüler arasında geziniyorum bir süredir. Ankara geliyor ilkin aklıma. Siyah beyaz ve tek kanallı TRT yılları. Akşamdan sıkı sıkıya tembihledim ya; gönlü razı olmasa da, sabaha karşı beni de uyandırıyor; evde televizyon yok, birlikte karşı komşuya gidiyor, Muhammed Ali’nin maçlarını izliyoruz. Ali, emperyalizme karşı direnen üçüncü dünyanın tartışmasız en büyük sembolü. Ona atılan her yumruğu yüreğimizde hissediyor, rakibi her nakavt edişimizde 70’li yılların devrimci rüzgârını arkamızda hissediyoruz.

Karmaşa ve kaos zamanı. Komşumuz Ziya abi hızlı solcu. Sabahın erken saatlerinde duvar yazılamasından dönerken -şaşkınlık bu ya- kırmızı boya kutusunu döke saça eve kadar getiriyor. Gece mesaisi çıkışında durumu fark eden bizim Sherlock (!), yolu sile süpüre suç mahallini temizliyor. Dönemin modasına sığınsa ve “Soran olursa babam bir devlet memuru, Ekmek Partisi’ne üye diyeceksin!” diye sıkı sıkıya tembihlese de, hayatı, bana özenerek aldığı Behrengi kitaplarından öğrenmişim. Kaçar mı? Tam bir Ecevit’çi işte! Evde, saygılı bir fısıltıyla kaç kez işitmişim Denizlerin ya da Yılmaz Güney’in adını.

Cüneyt Amca’nın Maden’i

Bir gün, en büyük hayranı olduğum Cüneyt Arkın’ın “Maden” filmine götürmesi için salya sümük ağlıyorum. “Sana göre değil bu film” diye mırıldansa da kulaklarım sağır! Zorla ve şerle Yıldız Sineması’nda alıyoruz soluğu. Ah be Yavuz Özkan, kıyılır mı hiç Cüneyt’e! Yıllar sonra “Kaplanlar Ağlamaz” filminin çekimleri öncesinde, hava tahminlerini öğrenmek üzere Meteoroloji’ye uğruyor Arkın. Dairenin aracıyla aldırıyor beni. Henüz öğle saatleri. Bir köşede demleniyor Cüneyt Amca. Sorular soruyor, dayak yediği sahnelerde tırnaklarımı nasıl istemsizce kemirdiğimden bahsediyor babam. Sonra da kendisine yumruk atmama izin veriyor! (Otuz yıl kadar sonra, görevli olduğum bir Altın Portakal sırasında kendisine bir sürpriz yapıyor, en sevdiği oyuncu, “Altın Çocuk” Göksel Arsoy’la tanıştırıyor, çocuklar gibi sevinçli olduğu ender anlardan birine tanık oluyorum.)

Memlekete dönüş yılları. Bugünün Haşim İşcan Kültür Merkezi civarında, o ünlü Namık Kemal Çıkmazı’na iki göz gecekondu sıkıştırıyor. Bir derenin kenarına kurulmuş, etrafı portakal bahçeleriyle çevrili bir ev. Sonradan İmam Hatip’e dönüştürülecek Devrim İlkokulu yıllarım. Kimi kitaplar Eylül sıcağında yakılsa da çatıda özenle saklanmış plaklar var: Cem, Barış, Zülfü, Fikret...

Bir “Suçlu”nun Babası

90’ların ortasına ışınlanalım. İşini sonsuz bir sadakatle, kusursuzca yapan bir adam. Isparta, Antalya ve Burdur’un tüm ilçelerine Meteoroloji rasathaneleri kuran, sayısını hatırlayamayacağım kadar çok takdirname belgesine sahip bir çalışan. Kenan Evren ve Özal’la yıldızı iç barışmasa da, Atatürk’ten miras kalan bir kutsala sahip: Devlet. Bir gece vakti, TRT’de son ajansı dinleyip yatmaya hazırlanırken, bir grup “devlet ve millet düşmanının” (!) Emniyet’te ifade verirken çekilmiş görüntüleriyle karşılaşıyor. Aralarında bir de tanıdık var: Saçı sakalı birbirine karışmış olsa da bir çırpıda tanıyor oğlunu! Sabah Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde alıyor soluğu. Neymiş suçu: YÖK’ü protesto eylemine katılmak, öğrenci derneği kurmak, toplatılmış yayınlarda yazılar yazmak. Aklı karışıyor; birkaç gün sonra salıverilecek birisi, neden bir terörist gibi takdim edilir ki topluma? Yine de bozuntuya vermiyor, öncelikli görevimin ekmeğimi elime almak olduğunu durmaksızın hatırlatıyor.

Bir süre sonra Antalya Ağır Ceza’ya ifade vermek üzere çağrıldığımda, bir çocuk gibi elimden tutuyor, yalvar yakar takım elbise giydiriyor ve çıkartıyor mahkemenin karşısına. O sırada, gelini tacizden tutuklu olan bir ihtiyar, ellerindeki kelepçeye aldırmadan beni işaret ediyor, niye burada olduğumu soruyor. Babamdan “öğrenci olayları” yanıtını aldıktan sonra, yüzüme aşağılayıcı bir ifadeyle bakıyor. Burası Üçüncü Dünya. Düşünce suçlusu olmak, tecavüze yeltenmekten çok daha fena sonuçta!

“Bu Günler de Geçecek…”

Kırık dökük anılar, sararmış fotoğraflarda güçlükle hatırlananlar… 82 Dünya Kupası. Hayranı olduğu Sokrates’in o penaltıyı kaçırması… Konuk olduğu radyo programlarında istek şarkı olarak hep İskender Doğan’ın “Kan ve Gül”ünü seçmesi… BirGün’de yazmaya başladığım yıllarda, her yazı sonrası ilk onun eleştiri yapması… Her 10 Kasım’da istemsizce hıçkırıklara boğulması… Ömrünün sonbaharında, hasta annemin sorumluluğunu hayatını yok edercesine kimselere bırakmaması, o güzel kadına hala âşık olması…

Bu satırların yazıldığı anlarda solunumunu cihazlar sağlıyordu. Güçlü, bariton bir sese, nefese sahipti oysa. Sübjektif bir yorum da olsa, “Çarşamba’yı Sel Aldı” türküsünü çok az kimsenin onun kadar iyi icra edeceğini söyleyebilirim. Onurla yaşanmış, haksızlığa ortak olunmamış ölüme birkaç kez tekme sallanmış dolu dolu bir hayattı yaşadığı. Son demlerinde bir zamanlar sahip olduğu ülkenin yerinde yeller estiğini düşünen milyonlarca insanın arasına karışmıştı. “Elbet bu günler de geçecek!” demeyi ihmal etmeden.

Bu yazının bir veda olmamasını dilemekten başka bir şey gelmiyor elimden…