Torosların Silifke’ye bakan yaylaları. Uzaklardan, çok uzaklardan ve dağların zirvelerinin arasından, Akdeniz masmavi suları. Çalıların arasında dolaşan keçiler, oğlaklar.

Yemyeşil bir alan.

Alanın ortasına kurulmuş bir yörük obası. Yaşlıca bir yörük olan Cemal, taşları diziyor, üst üste. En altta, en büyük. Sonrasında, ondan bir boy küçük ama oylumu alttakine uyan bir başka taş. Her taşta sütun biraz yükselirken, taşların boyutu küçülüyor. Ama her taş birbiri ile oylumlu. Denge bozulmuyor ve adım adım yükseliyor küçük sütun. Cemal’in belinin hizasını biraz geçiyor.

Az ötede, çadırın önünde Gülsüm. Cemal’in karısı. Aynı zamanda obanın da bilgesi. Masmavi gözleri çakmak çakmak, kaşları çatılmış. Belli ki bir sıkıntısı var.

Göç zamanı yaklaşmaktadır. Obanın gençleri yavaş yavaş göçerlikten sıkılmaya, yerleşik yaşama geçmek istemektedirler. Zaten ‘kaymakam da göçe izin vermeyecek’ lafları almış, yürümüş.

Gülsüm izin vermemektedir yerleşik yaşama geçmeye.

Vazgeçmez çadırındaki konforundan. Öfkesi alev topuna dönmüş, herkesi yakmaktadır.

Yukarıda anlattıklarım, ‘Turna Misali’ filminin özeti.

Yörüklerin göçerlikten vazgeçişlerinin çok da kolay olmadığı, çok yalın ve çok doğal bir sinema anlatısı ile beyaz perdeye yansıyor.

Yörüklerin göçerlikten vazgeçişleri aslında toplumsal bir zorunluluk. Toplumun ulaştığı gelişmişlik düzeyin artık göçerliği devam ettirebilme olanakları çok da kalmadı. Göçerlik, tarih içerisinde önce kırsoylu, yer yer eş zamanlı ama çoğunlukla da ardıl olarak kentsoylu bir izlek ortaya çıkardı. Bugünkü ulaşılan toplumsal süreçte, kırsoylu ve kentsoylu ayrımı bile yavaş yavaş silinmeye başlamışken, göçerlik olan yörüklüğün de artık yaşam alanı bulması zor.

İşte ‘Turna Misali’, bu zorunluluğun ürettiği zorluğu, yörük kadını Gülsüm’ün gözünden, onun kendi iç yangınından anlatıyor.

Filmi izlerken aklıma, günümüzde önümüze getirilen ‘yörük’ kültürü geldi. Göstermelik kurulan kıl çadırlar. Yine göstermelik kurulan ocaklarda, göstermelik olarak yapılan bazlamalar, göstermelik giyilen kıyafetler. Özetle, ‘göstermelik’ ortak paydasında buluşulan bir kültür.

Oysa, yörük kültürü tanıtılacaksa, ne kıl çadır ne de bazlama gösterilmeli. Önce, yörüğün doğa ile uyumu gündeme getirilmeli.

Dikkat edin.

Uyumu. Saygısı değil. Uyum varsa, saygı kendiliğinden olur zaten.

Yörük doğa ile uyumlu olmak zorundadır. Çünkü kendi var oluş koşulları, bu doğa ile uyumuna bağlıdır. Konakladığı yaylak ve kışlaklarda, bu ikisinin arasında yürüdüğü yollarda, bütün ihtiyacını doğa gidermektedir. Eğer doğa ile arasında uyumsuzluk çıkarsa, kendi varoluşunu tehlikeye atacaktır. Doğa ile uyum, yörüğün de doğasının bir parçasıdır. Bu nedenle yörük duasına;

“gökte yağmur kurumasın,

Yerde yaprak sararmasın”

Diye başlar.

Sonra, bugün bize dayatılan yörüklük geldi aklıma ve hiçbir yerde, doğa ile uyum düşüncesinin geçmediğini fark ettim. Yine ‘göstermelik’ parantezinde, en önde mehteranın yürüdüğü, arkasına yörük simsarları ve siyasilerin dizildiği, iki – üç tane 9/8 ritminde türkünün eklendiği yürüyüş kolları canlandı gözümün önünde.

Ve şunları mırıldandım kendi kendime:

“Yörükler doğa ile uyumlarını değil, kendileri ile uyumlarını kaybetmişler…”

Not: ‘Turna Misali’ filmini, Yörük Çalıştayı’nda bizlerle buluşturan Muratpaşa Belediyesi ve Ümit Uysal’a teşekkürlerimle…