Batı Torosların zirvesinde bir köy. Daha köy yolundayken, etrafını çevreleyen dağlar, ‘kadim’
sözcüğünün anlamını sessizce haykırıyor. Üzerinde yaşanan bin yıllık acıların, seslenişini
fısıldıyor kulağına. Aklına, Abdal Musa geliyor, Budala Sultan’ı, Kaygusuz Abdal’ı
hatırlıyorsun. Oradan zihnin seni Börklüce’ye, Torlak Kemal’e, Şeyh Bedreddin’e götürüyor.
Düşüncelerin seni;
“üzümü, inciri, narı
Tüyleri baldan sarı
Sütleri baldan koyu davarları
İnce belli aslan yeyeli atları
Duvarsız ve sınırsız
Bir kardeş sofrası gibi açmıştılar”
Diyen Nazım’a yoldaş eyliyor.
Ovanın içinden kıvrılarak giden yol seni, Batı Torosların tepesinde, Akçaeniş’e kadar
götürüyor.
Köyde yas var.
“Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm
Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi”
Köylü, işte bu gök ekini biçmiş gibi giden yiğidine yas tutuyor.
Yas evinin bahçesi, ana baba günü.
Ortada yiğidin naaşı. Bir anlık hareketlenmeden sonra altı kişi, ellerinde bağlamalarla
geliyorlar ve yiğidi yolculamak için türküye başlıyorlar.
“Dostun gül cemali cennetir bana
Ne çare ayrılık zamanı geldi
İstemem ayrılmak senden sultanım
Ne çare ayrılık zamanı geldi”
Herkes çaresiz, herkes hüzünlü.
Sıra yiğidi sırlamaya yani mezarına indirmeye geldiğinde, bu defa yiğidin kendi bağlaması
çıkıyor ortaya ve yiğide hakka yürüyüşünde yarenlik etsin diye, mezarının içine, yanı başına
bırakılıyor.
Herkes çaresiz, herkes hüzünlü.
Her zaman kullandığım ifadedir; ‘bu topraklar’
Bu topraklar, bugün yine bir yiğidini daha koynuna aldı. Sevgili Güven’imizi, Güven
Coşkuner’imizi bağrına bastı. Artık, Güven de kendisini var eden bu topraklara karıştı. Güven
de artık bu topraklarda, ‘Var olan’dan, ‘var edenler’ mertebesine yükseldi.
Herkes çaresiz, herkes hüzünlü.

İnsan istemiyor ama bazı cümleleri kurmak da zorunluluk.
“Ne çare ayrılık zamanı geldi”