Sagalassos antik kentini arkeoloji ve turizm dünyasına kazandıran, yıllarca kazıların başkanlığını yürüten Belçika Leuwen Üniversitesi Klasik arkeoloji bölümü hocalarından Prof. Mark Waelkens’i kaybettik. Toprağı bol olsun derken, kazılar sırasında yaşanan iki olayla kendisini anmak istiyorum. Işıklar içinde olsun.
Biliyorsunuz, Sagalasos antik kentini büyük bir dikkatle Belçika Leuwen Katolik Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Marc Waelkens ve ekibi kazıyor. Biz de Rehberler olarak zaman zaman gelişmeleri ve değişiklikleri yerinde görmek üzere değişik ören yerlerine geziler düzenliyoruz. Benim elimde kamera, karşılaştığım her arkeologa sorduğum bir sorum var.
“Yarın bir deprem olacak ve taş taş üstünde kalmayacak. Size bir şans veriliyor. Hafif ya da ağır sadece üç şeyi kurtarabilirsiniz. Bu üç şey sizin kazdıklarınız arasından olabileceği gibi ekibinizin kazdıkları arasından da olabilir. Seçeceğiniz objelerin Anadolu uygarlığı açısından, onun önemini belirlemesi açısından kilittaşı olması gerek. Hangi üç objeyi seçerdiniz? Neden? Sorunun cevabını bir yere kaydederim. Sonradan değerlendirmek üzere.
Birde ören yerinde çalışan işçilere, bekçilere fırsat buldukça sorduğum bir soru vardır. Kazılar sırasında, ya da ören yerinde görev yaptığınız sırada başınızdan hiç ilginç bir olay geçti mi diye? Cevap ilginçse, ki çoğunlukla ilginçtir, onu da bir yere kaydederim. Amacım koruma bilinci konusunda, bulundukları yerin önemi konusunda ne kadar farkındalar, onu görmek ve göstermektir. Bu da benim tarzım.
Zaman zaman arkeolog arkadaşlara da benzeri bir soru yöneltirim. Yer altından, kazı alanından bir heykel, tarihi bir obje çıkarttığınızda ilkin neler hissedersiniz? Nasıl bir duygu halidir yüzlerce yıl toprak altında kalan bir heykele ikinci bir yaşam kazandırmak? Anlatılanları bıkmadan büyük merakla dinlerim. Siz okurlarla paylaşmak üzere notlar alırım.
Yıllar öncesi, Sagalossos’ta(Ağlasun) gezideyiz. Ören yeri bekçisi ile konuşuyoruz. Geçici işçi iken yeni devamlı işçi, maaşlı ören yeri bekçisi olmuş. Sevinç içinde. Kendisini tebrik ediyoruz. Ama bunun nasıl olduğunu sormadan da edemiyoruz. “Nasıl oldu da geçici işçi iken, bir anda ören yeri bekçisi olup devamlı maaşa kavuştun?”
Soruma verdiği cevap şöyle: “Yorucu bir kazı gününün akşamında paydos etmek üzereydik. Başımızdaki arkeologlar kazı alanını terketmeden önce son bir mıntıka temizliği yapmamızı, yerleri süpürmemizi söylediler. Ben de elimde süpürge çalıştığımız alanı süpürmeye başladım. İşlem devam ederken, yerde tesadüfen beyaz parlak bir taş dikkatimi çekti. Biraz daha devam edince, bunun işlenmiş bir mermer taş parçası olabileceğini düşünerek beraber çalıştığımız arkeologa durumu haber verdim.
Arkeolog hanım, küçük bir kısmı açığa çıkan taşın sağını solunu kurcalayıp biraz daha açmaya çalıştı ve gerçekten işlenmiş ve şekillendirilmiş bir taş, bir heykel parçası olduğunu fark etti. Hemen Kazı başkanı Mark beye haber verdik. Zaman yitirmeden geldi. Paydos etmekten vazgeçip, dikkatle kazmaya devam ettik. Kazdıkça parçanın büyüklüğü ve güzelliği ortaya çıktı. Bu Ağlasun’da bulduğumuz kimilerinin saçlarının ortadan ayrılmış olması nedeniyle İskender başı (?) dedikleri kimilerinin heykelin yanıbaşında bulunan bir kahraman mezarına (Heroon) ait olduğunu düşündükleri gerçekten güzel bir heykel başı idi. Yorucu bir günün bize kazandırdığı son ama güzel bir armağandı. Paha biçilemez bir eserdi.
Ben Mark Hocanın onu kucaklayıp, kaldırmasını kollarının arasına alarak kendi ekseni etrafında sevinçle dönmesini, neşe içinde heykel başı ile dansetmesini unutamıyorum. Kazı heyeti olarak yaşadığımız en keyifli anlardan biridir.
Bu olayı unutamam, çünkü benim için de bir dönüm noktası olmuştur. O zamana kadar geçici işçi statüsü ile günlük ücretle çalışan ben, o günden sonra kadroya alınmış ve ören yeri bekçisi yapılmışımdır.
Bir heykel başı deyip geçmeyin, o günden sonra benim ailemin geçimini sağlayan, bana sürekli iş sağlayan o heykel başı olmuştur. Şayet Burdur Müzesi’ne yolunuz düşerse, orada yeni müze binasının girişinde tam ortada sizi karşılayan, sizi müzeye buyur eden heykel başı sözünü ettiğim baştır. Onun ortaya çıkmasında benim de katkım olduğu için ne kadar mutluyum anlatamam.”
Ne diyelim, tesadüf deyip geçmeyin, yeri gelir geçici işçiye bile sürekli iş bulur.
NE SANDINIZ? TABİİ Kİ DNA SONUÇLARI AYNI ÇIKACAK.
Binlerce yıllık Anadolu tarihinde, burayı yurt edinen insanların, önce göçebe olarak, daha sonra yerleşik yaşama geçerek, özgün bir toplumsal yapı oluşturmaları doğal olarak bu topraklarda bugün yaşayanları, yani hepimizi yakından ilgilendirmektedir.
Yaygın tanımıyla birbirinden farklı toplumsal beklentileri olan insanların, insan topluluklarının, kendilerinden farklı düşünen, başka beklentiler içinde olan insanlara saygı duyması, onları içine sindirmesi anlayışı olarak tanımlanabilecek demokrasinin ilk kez oluştuğu, kökleşip geliştiği yerdir Anadolu. İnsanların, başka düşüncelere sahip insanları içine sindirebildiği ve barış ve kardeşlik içinde yaşamayı becerdiği toprak parçasının adıdır Anadolu.
Hitit ve Frig farklı iki yüzdür. Bizans ve Selçuklu, iki benzemezdir, diyebilirsiniz. Öyle değildir. Aynı toprak parçasını yurt edinen, kültürleri ile birbirine ardıl ya da öncül olan, aynı anadan emen oluşumlardır her ikisi de. Etkileşmemeleri olanak dışıdır. Aynı toprağın insanıdırlar.
Orta Asya üzerinden Batıya, Anadolu yarımadasına doğru göç eden Selçuklular, yolları üzerinde bulunan İran ve Ortadoğu'nun zengin kültürel mirasını da bir biçimde benimseyip özümsemiş, kendi hamur teknelerinde bir güzel yoğurarak şekillendirmiş, Anadolu yarımadasına ayak bastıklarında da Hıristiyan, Bizans, Ermeni ve Rum yerleşim bölgelerinde güzel bir sentezle uygulamaya koymuş, ellerindeki oklava yardımıyla hamur topunu genişletip açarak bütün Anadolu coğrafyası üzerine yaymışlardır. Dinleri, dilleri ve kültürleri, örf, adet ve gelenekleri birbirlerinden farklı olsa bile, işinin ehli Anadolulu ustalar, yeteneklerini konuşturarak, her alanda sınırlarını zorlayarak Anadolu'yu yeniden yapılandırmış ve ölmez eserler yaratmışlardır. Anadolu’yu benzersiz kılan, ayrıcalıklı kılan da bu özelliğidir.
Selçuklu sanatının özgün anlayışı olarak yıllarca kullanılan taş kabartmalar, simgesel anlam taşıyan aslan figürleri, çift başlı kartallar, tavus kuşları, balık ve ejderha figürleri, kısaca değişik hayvan motifleri ve hayat ağacı gibi bitkisel motifler, Türklerin Orta Asya’dan getirdikleri mimari anlayışı yeni yurtları Anadolu’da bu kez Bizans gelenekleriyle birleştirmelerine yol açmış, Bizans’ı aşmak maksadıyla yola çıkan mimarlarımız minareleri göklere yükselen camileri, dönemin üniversiteleri olan medreseleri, kervanların konakladığı devasa hanları, alınmaz kaleleri ve görkemli sarayları ve köprüleri yapmış ve içlerini dışlarını benzersiz çinilerle, halı ve kilimlerle bezemişlerdi.
Her alanda öncekinden öğrenme, sonrakine öğretme söz konusu idi. Böyle bir ilişki doğaldır, yeni usta, eserini yapmadan, yaratmadan önce eski örnekleri inceleyecek, oradan hareketle yola çıkacaktır. O sayede yeni yollar, yeni çözümler bulacaktır. İşin doğası böyledir. Binlerce yıl bu topraklarda böyle olmuştur. Bundan sonra da böyle olacaktır. Bu bir biçimde sanatta akrabalık ilişkisidir. Çırağın ustadan el alması, ustanın usta ile bilgisini paylaşmasıdır. Bir ahilik geleneğidir bu. Anadolu’da şekillenen. Anadolu insanına yakışan.
Anadolu toprağı, ayrı parçaları birbirine yaklaştıran, onları ortak paydada birleştiren, farklılıkları törpüleyip güzelleştiren, ayrılmaz kılan, etle tırmak haline getiren bir zamktır, yapıştırıcıdır.
Bu konuda bir başka rastlantı da Anadolu insanında yaklaşık üç bin yıllık bir akrabalık ilişkisinin olmasıdır. Hatta çok daha fazlasıdır. Burdur’daki Sagalassos Antik Kenti, bölgenin kültürünü ve kökenini ortaya çıkarmak açısından, Anadolu insanının köken ilişkisi bakımından geçtiğimiz yıllarda ilginç bir olaya tanık olmuş ve güzel bir örnek oluşturmuştur.
O dönemde çeşitli gazete belgeliklerinde yer alan kimi haberler, 1996 senesinde bölgede yapılan kazı çalışmalarında yer alan işçilerin, bir mezar içinde bir iskelet bulduklarından söz ediyorlardı. Konuyla ilişkin haberler, üç bin yıl öncesine ait olduğu anlaşılan iskeleti bulan kazı işçilerinin, ellerine iskelet parçalarını alarak atalarını buldukları gerekçesiyle şakalaştıklarını, birbirlerine takıldıklarını da yazıyordu.
Sagalassos kazı başkanı Belçikalı Prof. Dr. Mark Waelkens’ın bilim adamı kuşkuculuğuyla işçilerin bu şakalarını ciddiye aldığını, iskeletten kemik örnekleri, kazı işçilerinden de saç teli örnekleri alarak, DNA testi uygulanmak üzere Belçika’ya gönderdiğini, organik verilere Karbon 14 testi yapılınca, üç bin yıllık iskeletin DNA sıyla, kazıda çalışan işçilerin saç örneklerinden elde edilen DNA sonuçlarının benzer nitelikler taşıdığı ortaya çıkmıştı.
Karşılaştırılan organik maddeler arasında üç bin yıl kadar fark olmasına rağmen, Ağlasunlu kazı işçilerinin, üç bin yıllık Sagalassoslu iskeletle yakın akraba oldukları böylesine ilginç bir tesadüf sonucu ortaya çıkmıştı. Ağlasunlu işçiler başlangıçta durumu oldukça yadırgamışlar, Sagalassos kentinin eski sakinleri ile akraba çıkmalarına oldukça şaşırmışlardır.
Üç bin yıllık mezardan çıkan kemiklerin DNAsı ile bugün o bölgede yaşayan insanların
DNA sının benzer olması, işin farkında olmayan, bilincinde olmayan, önemini kavrayamayan yöre halkı için kahvelerde çeşitli yanlış yorumlamalara neden olmuş, “Bizler gavur dölüymüşüz (kökenliymişiz)” gibi algılanmıştır. Çeşitli dedikodular çıkartılmıştır.
Bu nedenle, kazı başkanı Mark beyin, bu konunun daha sonraki dönemlerde işçiler arasında dillendirilmesini yasakladığı söylenmiştir bizlere.
Öyle veya böyle yapılan DNA testleri, 3000 yıllık bir akrabalık ilişkisini kuşkuya yer vermeyecek biçimde ortaya koymuştur. Önemli olan da budur zaten. Üç bin yıl önce ölen Sagalaossoslunun mezarını yine bir Ağlasunlu hemşerisi, kaçıncı kuşaktan bir akrabası kazarak ona ölümsüzlük payesi kazandırmaktadır. Bu toprakların eskiden beri sahibi olduğumuzun, geçici konuk olmadığımızın açık bir kanıtıdır bu. Yorum istemeyen net bir kanıt.
Araştırmanın yapıldığı dönemde İl kültür Müdürü olarak görev yapan rahmetli Musa Seyirci arkadaşımız, çok veciz biçimde "Anadolu Türkleşirken, Türkler de Anadolululaştı... " diyordu. “Anadolu biziz.” diyen Sabahattin Eyüboğlu ekolünden gelen Musa seyirci, her fırsatta "Türkler bu topraklardaki kültürleri de sahiplenerek, farklı bir uygarlık kimliği yarattılar..." derdi sık sık. Tam bir harmanlama, tam bir yoğurma işlemiydi bu.
Doğru algılama, değerli toplumbilimcimiz Sabahattin Eyüboğlu’nun geniş perspektiften bakışıyla şöyle idi:
“Bu memleket niçin bizim? Dört yüz atlı ile Orta Asya’dan gelip fethettiğimiz için mi? Böyle diyenler gerçekten benimsemiyor, anayurt saymıyorlar bu memleketi. Gurbette biliyorlar kendilerini yaşadıkları yerde.
Hititler, Frigyalılar, Yunanlılar, Farslar, Romalılar, Bizanslılar, Moğollar da fethetmişler Anadolu’yu. Ne olmuş sonunda. Anadolu onların değil, onlar Anadolu’nun olmuş.
Bu memleket, bizim olduğu için bizim, fethettiğimiz için değil. Aramızda dışardan gelme çoğunluk olsa bile -ki değil elbette- kaynaşmış halleşmiş hepsi. Fetheden de biziz, artık, fethedilen de. Eriten de biziz. Eriyen de biziz. Biz bu toprakları yoğurmuşuz, bu topraklar da bizi.
Onun için en eskiden, en yeniye ne varsa yurdumuzda, hepsi öz malımızdır bizim. Halkımızın tarihi, Anadolu’nun tarihidir. Pagan’mışız bir zamanlar, sonra Hıristiyan olmuşuz, sonra Müslüman.
Tapınakları kuran da bu halkmış, kiliseleri de, camileri de. Bembeyaz tiyatroları dolduran bizmişiz, karanlık kervansarayları da. Kah bozkıra çıkmışız, kah mavi denize. Sayısız devletler, uygarlıklar bizim sırtımızda yükselmiş, bizim sırtımızda çökmüş. Yetmiş iki dil konuşmuşuz. Türkçe’de karar kılmazdan önce. Hepsinin tadı kalmış damağımızda. Aylarımızın, günlerimizin, köylerimizin, kentlerimizin adlarına bakın. Ne değişik eller, ne değişik halk oyunlarında tutuşmuş, ne horonlara, ne halaylara girmişiz. Doğuyla Batı sarmaş dolaş olmuş bizim içimizde. Ya o, ya bu değil, hem o, hem buyuz biz. Yani Anadolu’yuz.”
Öyleyse, DNA ların aynı ya da benzer çıkması bir rastlantı olmaz. Zaten olmaması da gerekir. Doğal olarak öyle çıkması gerekirdi. Bizler ezelden beri bu toprakların insanıyız. Bunu DNA testleri inkar edecek değil ya. Neyse odur. Mark hocaya, bunu belgelerle kanıtladığı için de bir teşekkür borçluyuz.
NOT: Bu iki yazı 23 Ekim 2011 tarihinde yazılmıştır. Hocaya bir kez daha ışık dolu bir sonsuz yaşam diliyor, Sagalassos’a yaptıklarıyla zihinlerimize kazındığını söylüyoruz. Sagalassos onu, o Sagalassos’u yarattı bunu biliyoruz.
Kazı yaptığı alandan tarihi eser çalıp çırpmayı düşünmeyen, bulduğunu bulduğu yerde değerlendiren, “taş yerinde ağırdır” diyen ve gereğini yapan bir bilim insanı idi. Sözde değil özde bir bilim insanı idi. Toprağı bol olsun.
Sagalassos antik kentini arkeoloji ve turizm dünyasına kazandıran, yıllarca kazıların başkanlığını yürüten Belçika Leuwen Üniversitesi Klasik arkeoloji bölümü hocalarından Prof. Mark Waelkens’i kaybettik. Toprağı bol olsun derken, kazılar sırasında yaşanan iki olayla kendisini anmak istiyorum. Işıklar içinde olsun.
Antoninler Çeşmesi
I
SAGALASSOS (AĞLASUN) HEROON’UNDA (KAHRAMAN MEZARINDA) BULUNAN BÜYÜK İSKENDER (?) BAŞI
Biliyorsunuz, Sagalasos antik kentini büyük bir dikkatle Belçika Leuwen Katolik Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Marc Waelkens ve ekibi kazıyor. Biz de Rehberler olarak zaman zaman gelişmeleri ve değişiklikleri yerinde görmek üzere değişik ören yerlerine geziler düzenliyoruz. Benim elimde kamera, karşılaştığım her arkeologa sorduğum bir sorum var.
“Yarın bir deprem olacak ve taş taş üstünde kalmayacak. Size bir şans veriliyor. Hafif ya da ağır sadece üç şeyi kurtarabilirsiniz. Bu üç şey sizin kazdıklarınız arasından olabileceği gibi ekibinizin kazdıkları arasından da olabilir. Seçeceğiniz objelerin Anadolu uygarlığı açısından, onun önemini belirlemesi açısından kilittaşı olması gerek. Hangi üç objeyi seçerdiniz? Neden? Sorunun cevabını bir yere kaydederim. Sonradan değerlendirmek üzere.
Birde ören yerinde çalışan işçilere, bekçilere fırsat buldukça sorduğum bir soru vardır. Kazılar sırasında, ya da ören yerinde görev yaptığınız sırada başınızdan hiç ilginç bir olay geçti mi diye? Cevap ilginçse, ki çoğunlukla ilginçtir, onu da bir yere kaydederim. Amacım koruma bilinci konusunda, bulundukları yerin önemi konusunda ne kadar farkındalar, onu görmek ve göstermektir. Bu da benim tarzım.
Zaman zaman arkeolog arkadaşlara da benzeri bir soru yöneltirim. Yer altından, kazı alanından bir heykel, tarihi bir obje çıkarttığınızda ilkin neler hissedersiniz? Nasıl bir duygu halidir yüzlerce yıl toprak altında kalan bir heykele ikinci bir yaşam kazandırmak? Anlatılanları bıkmadan büyük merakla dinlerim. Siz okurlarla paylaşmak üzere notlar alırım.
Yıllar öncesi, Sagalossos’ta(Ağlasun) gezideyiz. Ören yeri bekçisi ile konuşuyoruz. Geçici işçi iken yeni devamlı işçi, maaşlı ören yeri bekçisi olmuş. Sevinç içinde. Kendisini tebrik ediyoruz. Ama bunun nasıl olduğunu sormadan da edemiyoruz. “Nasıl oldu da geçici işçi iken, bir anda ören yeri bekçisi olup devamlı maaşa kavuştun?”
Soruma verdiği cevap şöyle: “Yorucu bir kazı gününün akşamında paydos etmek üzereydik. Başımızdaki arkeologlar kazı alanını terketmeden önce son bir mıntıka temizliği yapmamızı, yerleri süpürmemizi söylediler. Ben de elimde süpürge çalıştığımız alanı süpürmeye başladım. İşlem devam ederken, yerde tesadüfen beyaz parlak bir taş dikkatimi çekti. Biraz daha devam edince, bunun işlenmiş bir mermer taş parçası olabileceğini düşünerek beraber çalıştığımız arkeologa durumu haber verdim.
Arkeolog hanım, küçük bir kısmı açığa çıkan taşın sağını solunu kurcalayıp biraz daha açmaya çalıştı ve gerçekten işlenmiş ve şekillendirilmiş bir taş, bir heykel parçası olduğunu fark etti. Hemen Kazı başkanı Mark beye haber verdik. Zaman yitirmeden geldi. Paydos etmekten vazgeçip, dikkatle kazmaya devam ettik. Kazdıkça parçanın büyüklüğü ve güzelliği ortaya çıktı. Bu Ağlasun’da bulduğumuz kimilerinin saçlarının ortadan ayrılmış olması nedeniyle İskender başı (?) dedikleri kimilerinin heykelin yanıbaşında bulunan bir kahraman mezarına (Heroon) ait olduğunu düşündükleri gerçekten güzel bir heykel başı idi. Yorucu bir günün bize kazandırdığı son ama güzel bir armağandı. Paha biçilemez bir eserdi.
Ben Mark Hocanın onu kucaklayıp, kaldırmasını kollarının arasına alarak kendi ekseni etrafında sevinçle dönmesini, neşe içinde heykel başı ile dansetmesini unutamıyorum. Kazı heyeti olarak yaşadığımız en keyifli anlardan biridir.
Bu olayı unutamam, çünkü benim için de bir dönüm noktası olmuştur. O zamana kadar geçici işçi statüsü ile günlük ücretle çalışan ben, o günden sonra kadroya alınmış ve ören yeri bekçisi yapılmışımdır.
Bir heykel başı deyip geçmeyin, o günden sonra benim ailemin geçimini sağlayan, bana sürekli iş sağlayan o heykel başı olmuştur. Şayet Burdur Müzesi’ne yolunuz düşerse, orada yeni müze binasının girişinde tam ortada sizi karşılayan, sizi müzeye buyur eden heykel başı sözünü ettiğim baştır. Onun ortaya çıkmasında benim de katkım olduğu için ne kadar mutluyum anlatamam.”
Ne diyelim, tesadüf deyip geçmeyin, yeri gelir geçici işçiye bile sürekli iş bulur.
Heroon (Kahraman mezar anıtı) Heroon’da bulunan heykel başı
II
NE SANDINIZ? TABİİ Kİ DNA SONUÇLARI AYNI ÇIKACAK.
Binlerce yıllık Anadolu tarihinde, burayı yurt edinen insanların, önce göçebe olarak, daha sonra yerleşik yaşama geçerek, özgün bir toplumsal yapı oluşturmaları doğal olarak bu topraklarda bugün yaşayanları, yani hepimizi yakından ilgilendirmektedir.
Yaygın tanımıyla birbirinden farklı toplumsal beklentileri olan insanların, insan topluluklarının, kendilerinden farklı düşünen, başka beklentiler içinde olan insanlara saygı duyması, onları içine sindirmesi anlayışı olarak tanımlanabilecek demokrasinin ilk kez oluştuğu, kökleşip geliştiği yerdir Anadolu. İnsanların, başka düşüncelere sahip insanları içine sindirebildiği ve barış ve kardeşlik içinde yaşamayı becerdiği toprak parçasının adıdır Anadolu.
Hitit ve Frig farklı iki yüzdür. Bizans ve Selçuklu, iki benzemezdir, diyebilirsiniz. Öyle değildir. Aynı toprak parçasını yurt edinen, kültürleri ile birbirine ardıl ya da öncül olan, aynı anadan emen oluşumlardır her ikisi de. Etkileşmemeleri olanak dışıdır. Aynı toprağın insanıdırlar.
Orta Asya üzerinden Batıya, Anadolu yarımadasına doğru göç eden Selçuklular, yolları üzerinde bulunan İran ve Ortadoğu'nun zengin kültürel mirasını da bir biçimde benimseyip özümsemiş, kendi hamur teknelerinde bir güzel yoğurarak şekillendirmiş, Anadolu yarımadasına ayak bastıklarında da Hıristiyan, Bizans, Ermeni ve Rum yerleşim bölgelerinde güzel bir sentezle uygulamaya koymuş, ellerindeki oklava yardımıyla hamur topunu genişletip açarak bütün Anadolu coğrafyası üzerine yaymışlardır. Dinleri, dilleri ve kültürleri, örf, adet ve gelenekleri birbirlerinden farklı olsa bile, işinin ehli Anadolulu ustalar, yeteneklerini konuşturarak, her alanda sınırlarını zorlayarak Anadolu'yu yeniden yapılandırmış ve ölmez eserler yaratmışlardır. Anadolu’yu benzersiz kılan, ayrıcalıklı kılan da bu özelliğidir.
Selçuklu sanatının özgün anlayışı olarak yıllarca kullanılan taş kabartmalar, simgesel anlam taşıyan aslan figürleri, çift başlı kartallar, tavus kuşları, balık ve ejderha figürleri, kısaca değişik hayvan motifleri ve hayat ağacı gibi bitkisel motifler, Türklerin Orta Asya’dan getirdikleri mimari anlayışı yeni yurtları Anadolu’da bu kez Bizans gelenekleriyle birleştirmelerine yol açmış, Bizans’ı aşmak maksadıyla yola çıkan mimarlarımız minareleri göklere yükselen camileri, dönemin üniversiteleri olan medreseleri, kervanların konakladığı devasa hanları, alınmaz kaleleri ve görkemli sarayları ve köprüleri yapmış ve içlerini dışlarını benzersiz çinilerle, halı ve kilimlerle bezemişlerdi.
Her alanda öncekinden öğrenme, sonrakine öğretme söz konusu idi. Böyle bir ilişki doğaldır, yeni usta, eserini yapmadan, yaratmadan önce eski örnekleri inceleyecek, oradan hareketle yola çıkacaktır. O sayede yeni yollar, yeni çözümler bulacaktır. İşin doğası böyledir. Binlerce yıl bu topraklarda böyle olmuştur. Bundan sonra da böyle olacaktır. Bu bir biçimde sanatta akrabalık ilişkisidir. Çırağın ustadan el alması, ustanın usta ile bilgisini paylaşmasıdır. Bir ahilik geleneğidir bu. Anadolu’da şekillenen. Anadolu insanına yakışan.
Anadolu toprağı, ayrı parçaları birbirine yaklaştıran, onları ortak paydada birleştiren, farklılıkları törpüleyip güzelleştiren, ayrılmaz kılan, etle tırmak haline getiren bir zamktır, yapıştırıcıdır.
Bu konuda bir başka rastlantı da Anadolu insanında yaklaşık üç bin yıllık bir akrabalık ilişkisinin olmasıdır. Hatta çok daha fazlasıdır. Burdur’daki Sagalassos Antik Kenti, bölgenin kültürünü ve kökenini ortaya çıkarmak açısından, Anadolu insanının köken ilişkisi bakımından geçtiğimiz yıllarda ilginç bir olaya tanık olmuş ve güzel bir örnek oluşturmuştur.
O dönemde çeşitli gazete belgeliklerinde yer alan kimi haberler, 1996 senesinde bölgede yapılan kazı çalışmalarında yer alan işçilerin, bir mezar içinde bir iskelet bulduklarından söz ediyorlardı. Konuyla ilişkin haberler, üç bin yıl öncesine ait olduğu anlaşılan iskeleti bulan kazı işçilerinin, ellerine iskelet parçalarını alarak atalarını buldukları gerekçesiyle şakalaştıklarını, birbirlerine takıldıklarını da yazıyordu.
Sagalassos kazı başkanı Belçikalı Prof. Dr. Mark Waelkens’ın bilim adamı kuşkuculuğuyla işçilerin bu şakalarını ciddiye aldığını, iskeletten kemik örnekleri, kazı işçilerinden de saç teli örnekleri alarak, DNA testi uygulanmak üzere Belçika’ya gönderdiğini, organik verilere Karbon 14 testi yapılınca, üç bin yıllık iskeletin DNA sıyla, kazıda çalışan işçilerin saç örneklerinden elde edilen DNA sonuçlarının benzer nitelikler taşıdığı ortaya çıkmıştı.
Karşılaştırılan organik maddeler arasında üç bin yıl kadar fark olmasına rağmen, Ağlasunlu kazı işçilerinin, üç bin yıllık Sagalassoslu iskeletle yakın akraba oldukları böylesine ilginç bir tesadüf sonucu ortaya çıkmıştı. Ağlasunlu işçiler başlangıçta durumu oldukça yadırgamışlar, Sagalassos kentinin eski sakinleri ile akraba çıkmalarına oldukça şaşırmışlardır.
Üç bin yıllık mezardan çıkan kemiklerin DNAsı ile bugün o bölgede yaşayan insanların
DNA sının benzer olması, işin farkında olmayan, bilincinde olmayan, önemini kavrayamayan yöre halkı için kahvelerde çeşitli yanlış yorumlamalara neden olmuş, “Bizler gavur dölüymüşüz (kökenliymişiz)” gibi algılanmıştır. Çeşitli dedikodular çıkartılmıştır.
Bu nedenle, kazı başkanı Mark beyin, bu konunun daha sonraki dönemlerde işçiler arasında dillendirilmesini yasakladığı söylenmiştir bizlere.
Öyle veya böyle yapılan DNA testleri, 3000 yıllık bir akrabalık ilişkisini kuşkuya yer vermeyecek biçimde ortaya koymuştur. Önemli olan da budur zaten. Üç bin yıl önce ölen Sagalaossoslunun mezarını yine bir Ağlasunlu hemşerisi, kaçıncı kuşaktan bir akrabası kazarak ona ölümsüzlük payesi kazandırmaktadır. Bu toprakların eskiden beri sahibi olduğumuzun, geçici konuk olmadığımızın açık bir kanıtıdır bu. Yorum istemeyen net bir kanıt.
Araştırmanın yapıldığı dönemde İl kültür Müdürü olarak görev yapan rahmetli Musa Seyirci arkadaşımız, çok veciz biçimde "Anadolu Türkleşirken, Türkler de Anadolululaştı... " diyordu. “Anadolu biziz.” diyen Sabahattin Eyüboğlu ekolünden gelen Musa seyirci, her fırsatta "Türkler bu topraklardaki kültürleri de sahiplenerek, farklı bir uygarlık kimliği yarattılar..." derdi sık sık. Tam bir harmanlama, tam bir yoğurma işlemiydi bu.
Doğru algılama, değerli toplumbilimcimiz Sabahattin Eyüboğlu’nun geniş perspektiften bakışıyla şöyle idi:
“Bu memleket niçin bizim? Dört yüz atlı ile Orta Asya’dan gelip fethettiğimiz için mi? Böyle diyenler gerçekten benimsemiyor, anayurt saymıyorlar bu memleketi. Gurbette biliyorlar kendilerini yaşadıkları yerde.
Hititler, Frigyalılar, Yunanlılar, Farslar, Romalılar, Bizanslılar, Moğollar da fethetmişler Anadolu’yu. Ne olmuş sonunda. Anadolu onların değil, onlar Anadolu’nun olmuş.
Bu memleket, bizim olduğu için bizim, fethettiğimiz için değil. Aramızda dışardan gelme çoğunluk olsa bile -ki değil elbette- kaynaşmış halleşmiş hepsi. Fetheden de biziz, artık, fethedilen de. Eriten de biziz. Eriyen de biziz. Biz bu toprakları yoğurmuşuz, bu topraklar da bizi.
Onun için en eskiden, en yeniye ne varsa yurdumuzda, hepsi öz malımızdır bizim. Halkımızın tarihi, Anadolu’nun tarihidir. Pagan’mışız bir zamanlar, sonra Hıristiyan olmuşuz, sonra Müslüman.
Tapınakları kuran da bu halkmış, kiliseleri de, camileri de. Bembeyaz tiyatroları dolduran bizmişiz, karanlık kervansarayları da. Kah bozkıra çıkmışız, kah mavi denize. Sayısız devletler, uygarlıklar bizim sırtımızda yükselmiş, bizim sırtımızda çökmüş. Yetmiş iki dil konuşmuşuz. Türkçe’de karar kılmazdan önce. Hepsinin tadı kalmış damağımızda. Aylarımızın, günlerimizin, köylerimizin, kentlerimizin adlarına bakın. Ne değişik eller, ne değişik halk oyunlarında tutuşmuş, ne horonlara, ne halaylara girmişiz. Doğuyla Batı sarmaş dolaş olmuş bizim içimizde. Ya o, ya bu değil, hem o, hem buyuz biz. Yani Anadolu’yuz.”
Öyleyse, DNA ların aynı ya da benzer çıkması bir rastlantı olmaz. Zaten olmaması da gerekir. Doğal olarak öyle çıkması gerekirdi. Bizler ezelden beri bu toprakların insanıyız. Bunu DNA testleri inkar edecek değil ya. Neyse odur. Mark hocaya, bunu belgelerle kanıtladığı için de bir teşekkür borçluyuz.
NOT: Bu iki yazı 23 Ekim 2011 tarihinde yazılmıştır. Hocaya bir kez daha ışık dolu bir sonsuz yaşam diliyor, Sagalassos’a yaptıklarıyla zihinlerimize kazındığını söylüyoruz. Sagalassos onu, o Sagalassos’u yarattı bunu biliyoruz.
Kazı yaptığı alandan tarihi eser çalıp çırpmayı düşünmeyen, bulduğunu bulduğu yerde değerlendiren, “taş yerinde ağırdır” diyen ve gereğini yapan bir bilim insanı idi. Sözde değil özde bir bilim insanı idi. Toprağı bol olsun.
Yavuz Ali Sakarya