Bugün 17 Aralık, Ulular ulusu Mevlana Celalettin Rumi’nin aramızdan ayrıldığı, tanrıya kavuştuğu gerçek bir "düğün günü" saydığı “Şeb-i Arus” günüdür.
Bugün 13. Yüzyıl Anadolu aydınlanmasının önemli figürlerinden biri olan Mevlana ve şiir anlayışı üzerinde duracağım. Onu topluma yaptığı önemli hizmetle anacağım.
Kendisi, mistik sevginin peygamberi, "Mevlevi" inancının yaratıcısı olarak kabul görmektedir. Moğol tehlikesi nedeniyle Horasan’dan Belh’ten kopup gelen ailesi Anadolu’ya yerleştikten sonra, yeni vatanı Anadolu onun için sonsuz hoşgörünün, tüm insanları kusurları ile sevip sayan bir anlayışın oluşup, geliştiği bir pota, hamur teknesi idi. Burada yaşayan herkes, Anadolu hamurunun içinde yeniden karılıyor ve yeniden şekillendiriliyordu. O da aynı pota içinde erimiş, başkalarının da eritilmesine katkı koymuştur.
Mevlana’nın oğlu, ardılı Sultan Veled, babasının ancak Şems-i Tebrizi ile buluştuktan sonra şiir söyler ama bşzzat mevlana’nın kendisi, yazdığı bir şiirinde Şems ile buluşmadan önceki durumunu şu sözlerle dile getirmektedir:
“Utarit gibi defterlere düşkündüm. Ediplerin (yazarların, edebiyatla uğraşanların) üst yanında otururdum.”
Mevlana kendisi Şems öncesi dönemini böyle andığına göre, daha önceden de şiir yazıyordu sonucunu çıkartabiliriz. Ancak belki şiiri, dünyaya bakışı, insnalık anlayışı ve hitabeti Şems ile tanıştıktan sonra farklı bir çizgiye girmiş ve daha da olgunlaşmış olabilir. Bizler de bunun yerinde bir değerlendirme olduğunu, doğru olduğunu düşünüyoruz.
Mevlana, kendisini neden düzyazı yerine şiir diliyle ifade ettiği sorulduğunda, Anadolu halkı şiir sevdiği için şiir söylediğini, şiirin ayıp sayıldığı Horasan’da kalmış olsaydı, asla şiir yazmayıp, dersler vererek kitap yazacağını söylemiştir. Anadolu insanının duygusallığına vurgu yaptığını, düşünceleri ile onlara tercüman olduğunu düşünüyorum.
Yaşamı yakından gözlemleyen Mevlana, başından geçen her hangi bir olay onun etkilediğinde, içinden şiir söylemek ihtiyacını duyuyor, vecde ediyor ve sema eşliğinde şiirini söylemeye başlıyordu. O şiirini sözlü olarak irat ederken, orada bulunan müritlerinden biri kaleme kağıda sarılıp söylenen şiiri hemen orada kayıt altına alıyordu.
Mevlana’da çok gelişmiş bir çağrışım yeteneği vardı. Çok dikkatli, gözlemci bir yapısı vardı. Çağının yaşam koşullarını ve teknolojik koşullarını aşan bir sezgi yeteniği vardı. Bunları hemen bir araya getirip sentezleyebiliyordu (birleştirebiliyordu.)
Şiir söylemek için uygun zaman ve zemin arıyor, ancak koşullar oluştuğunda şiir söylüyordu. Şiir söylemek için mutlaka bir gerekçe olsun diye bekliyordu. Şiir söylemesi için ille de önemli bir olayın olması gerekmiyordu. Küçücük bir olaydan bile etkileniyor, sıradan bir olay, küçük bir deneyim ya da gözlem onu etkiliyordu.
Baharın gelişi, insanın başından geçen bir acı deneyim, bir sıkıntı, bir neşe kaynağı, bir mutluluk kırıntısı, bir zalimin acımasız tavrı, doğaya verilen zarar, hayvana eziyet gibi bir olay, kendisine söylenen bir söz ya da yöneltilen bir soru, mevlananın şiir söylemesine gerekçe oluyor, anında (doğaçlama) söylemeye, şiirini dillendirmeye başlıyordu.
Zaman zaman dünya görüşünü açıklamak ve inanç anlayışını daha geniş kitlelere yaymak, tanrı sevgisi konusunda, insan sevgisi konusunda ne anladığını, nasıl yorumladığını, derin düşüncelerini ve tasavvuf düşüncesini de sözlü olarak dile getiriyor ve kaydedilmesini, ilerisi için yazıya dökülmesini istiyordu. Müritlerinin de anında kayda geçmelerinin nedeni buydu.
Mevlana, engin bir bilgi birikimine sahip olduğu için ve birçok kültürü yakından tanıdığı için, şiirlerinde değişik ülkelerin söylenceye dayalı öykülerini, tefsir, hadis, kelam, fıkıh gibi klasik din bilimlerini, kutsal kitap Kuran’da yer alan dinsel öyküleri, tasavvuf düşüncesini ve "Enel Hak" anlayışını, eski doğunun hemen tüm kültürlerinin niteliklerini ayrıntılarıyla yansıtmaktadır.
Mevlana’nın şiirlerinde dinler ve mezhepler üstü bir anlayış vardır. Bu hemen hemen herkesin ortak görüşüdür. Mevlana, özgür düşünceyi savunur, tasavvuf felsefesi ile yaşadığı dönem ile geçmiş arasında ilişkiler kurar ve gelecek konusunda çeşitli düşünceler ileri sürer. İnsanların geleceği düşünmelerini, olaylardan dersler, kıssalardan hisseler çıkartarak hazırlanmalarını sağlamaya çalışır.
Şiirlerinin hepsini Farsça dilinde söylemiş ve yazdırmış olması kimi çevrelerce eleştirilmektedir. İyi bildiği bir dili kullanmasının yadırganmaması gerekir düşüncesindeyim.
Bu, Mevlana’nın İran (Fars) yazınını tüm incelikleri ile bildiğini ve yazarken kendini çok daha rahat ifade ettiği anlamını ortaya koymaktadır. Mevlana’nın Farsçanın yanı sıra, Arapça da bildiğini, Arap edebiyatı ile de ilgilendiğini, hatta Grekçe bildiğini, kimi şiirlerinde Rumca, Farsça ve Arapça sözcükleri ayrı ayrı ya da bir arada kullandığını biliyoruz.
“Mülemma” tarzında yazılan (iki ya da daha fazla dili bir arada kullanarak yazılan) şiirlerin kimi mısralarının tamamen Rumca söylendiği ve öyle yazıldığı göze çarpmaktadır.
Mevlana, deneyimi ile içselleştirdiği şiirlerinde halk deyimlerini, halk öykülerini, yaşanmışlıklarını ve halk tarafından yaygın olarak kullanılan mecazları (benzetmeleri) kendine özgü bir dille çok kullanır ve onun bu niteliği, şiirlerindeki klasik üslubu (anlatımı) satır aralarına adeta gizler, yoruma muhtaç hale getirir.
Mevlana’nın yazdığı hemen tüm şiirlerde yaşadığı dönemin (13. Yüzyıl) bütün örf adet ve geleneklerini görmek, çıkartımlarda bulunmak mümkündür. Onun şiirlerinde Moğol istilası, onların yakıp yıktığı kentler gündeme taşınmakta, toplumun elit ya da sıradan tüm kesimleri (beyler, valiler, katipler, dizdarlar gibi elitler ve sokak çocukları, hırsızlar, yalancı şeyhler, sarhoşlar gibi sıradan insanlar ve evler, sokaklar, kahveler ve meyhaneler gibi yerler ve açlık, kıtlık, üzüntü ve mutluluk gibi günlük konular üzerinde durulmaktadır. Yaşamla iç içe olan şirleirnde mevlana, din ve ibadet merkezlerinden imaret, tekke, cami, mescit ve medrese gibi mekanlardan da söz etmektedir. Mevlananın şiir dokusunun yaşamla iç içe yoğurulduğunu, yaşamdan beslendiğini söyleyebiliriz.
Mevlana, şiirine yukarıda saydıklarımızın dışında toprak, tarla, tohum, ekin, harman, ürün, ekmek, su, taze ve sıcak bir somunun güzelliği ve çekiciliği, paylaşma duygusu gibi insanca konuları da dahil etmiştir.
Asıl adı “Muhammet Celalettin” olan “Mevlana”, “Rumi” adını sonradan Anadolu'ya yerleştikten sonra alarak, “Mevlana Celalettin Rumi” olarak anılmaya başlanmıştır.
Burada Mevlana’nın bir diğer adı olan “Rumi” nitelemesi üzerinde de durmak gerekir. “Rumi” nitelemesi doğrudan “Anadolu” ile ilintilidir. Mevlana'nın, “Rumi” olarak anılması, Anadolu’nun geçmişte “Diyar-i Rum” olarak anılması, Anadolu’nun önemli illerinden biri olan ve Anadolu Selçuklu başkenti olan Konya'da sultanın himayesinde yaşaması, ömrünün büyük bir kısmını Konya’da geçirmesi ve kendisinin ve ailesinin sonsuz uykularını uyudukları türbelerin Konya’da bulunması ile ilintilidir.
Zaten, tarih boyunca Anadolu’yu zengin ve farklı kılan onun bu dışlamayan, bünyesinde birleştiren yapısı, ana kucağı, uygarlıklar beşiği olmasıydı. Mevlana, tam da bu dönemin ürünü idi ve Anadolu aydınlanmasının önemli eşiklerinden, basamaklarından birini oluşturuyordu.
Bir düşünce insanı olarak Mevlana da yaşadığı çağda Anadolu insanını birbirine yapıştıran bir zamk görevi üstlenmiştir. Tarihsel, toplumsal ve dinsel anlamda kargaşalardan, baskı ve yıkımlardan bıkmış olan Anadolu insanı için yeni bir ufuk oluşturmuş ve adeta onların gözlerini açmış, gönüllerini ferahlatmıştır. Mevlana’nın her söylediği, insanları bir sevgi ortamına ve güzellikleri paylaşmaya yönelik bir çağrı niteliği taşımaktadır.
Mevlana, hiçbir konuşmasında ya da şiirinde insanlar arasında asla ayırım gözetmez. İnsanları dil, din ve ırk farkı gözetmeksizin tanrı önünde eşit görür ve hepsine aynı hizmeti görmeye hazırdır. Mevlana, din olgusuna daha geniş bir pencereden bakan bir düşünürdür. Onun baktığı geniş açı ile, din ve mezhepler insanı kusursuz ve mükemmel bir hale getirmek ve olgunlaştırmak için kullanılan ama hepsi aynı kapıya çıkan yollardır. Gerçek bu dünyadadır. Gerçek, insan düşüncesinin içinde gizlidir. Gerçeği başka yerde aramak boşuna gösterilen bir çabadan ibarettir. Saçma bir bakış açısıdır.
Mevlana Celalettin Rumi, düşünen (mutasavvuf, kafa yoran), düşüncelerini dile getiren bir şairdir. Bir İslam bilgesi olarak, yaşadığı dönemde tasavvuf felsefesine inanmıştır. Mevlana’ya göre tasavvuf düşüncesi, bir insanın kişisel zaaflarından (zayıflıklarından) kurtularak, halka ulaşmak, insanların tümüne aralarında hiçbir ayırım gözetmeden toplumsal yaşam içinde sınırsız sevgi duymaktır. Sevgiyi paylaşmaktır. Yaratılanı yaratandan ötürü sevmektir. İnsanı tanrının yeryüzündeki örneği olarak görmektir. İnsanın kendini tanrının bir parçası olarak görmeye başlayıp, kusursuz davranmaya çaba göstermesidir. Olgunluğa erişmesidir. İşte bu da “Enel Hak” düşüncesinin temelini oluşturmaktadır.
İşte insanın bu kemala ermiş, (kusursuz, olgun) aşamaya gelebilmesi için yapması gereken işler vardır. Bunların başında ve öncelikli olanı insanın kendini tanımasıdır. Kendini tanıyan insan kusurlarını törpülemeyi ve iyi özelliklerini geliştirmeyi öğrenir. Kendini ve zayıf yanlarını iyi tanıyan bir insan, sahip olduğu sonsuz sevgi yardımıyla gerçeğin sırlarına ulaşabilir. Olgun insana, insansevere dönüşebilir.
Tasavvuf düşüncesinde Vahdet-i Vücut (varlığın birliği) inancı vardır. Mevlana da bu düşüncenin insanıdır. Mevlana, vahdet-i vücut inancını, iyilik ve hoşgörü temelleri üzerine inşa edilmiş bir birlik anlayışı olarak kabul etmektedir.
Beni yabancı saymayın, ben de buralıyım
Sizin sokağınızda kendi evimi arıyorum.
Görünüşte kötüysem de, kötü değilim.
Farsça konuşsam da, aslım Türk'tür.
(Üstü kapalı konuşuyorsam da özüm açıktır.) demekte, demeye getirmektedir.
İslam inancını bütünüyle benimsemiş, Fars (İran = Pers) ve Türk kültürlerini özümsemiş bir insan olan Mevlana, özgün bir senteze ulaşmış, engin bir bilgi birikimine sahip olmuştur. Çok değişik unsurları bünyesinde bütünlemiştir. Bütünlemek le kalmamış, bir ayna saydamlığında çevresine yansıtmış, çevresiyle de yetinmemiş, tüm dünyayı ışığıyla aydınlatmıştır.
Büyük düşünür Mevlana, tüm kitaplarını Farsça yazmış olmasına rağmen, yazdıkları başkent Konya dışında da ses getirmiş ve büyük ilgi uyandırmıştır.
İşin günümüzde de ilginç olan tarafı Mevlana felsefesinin ve insan sevgisinin, insana bakış açısının aradan 700 yıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen unutulacağına, zamanın acımasız tahribatına (yıkımına) uğrayacağına, her geçen gün daha iyi anlaşılması ve bütün dünya çapında büyük bir kabul görmesidir. Mevlana düşüncesini benimseyenlerin sayısı her geçen gün daha da artmaktadır. Amerika’da bile mevlevi felsefesini benimseyen insanların, dervişlerini semazenlerin olması ilginçtir. 17 Aralıklarda Konya da binlerce insanın anma törenlerine katılması da bir ölçüde bunun kanıtı durumundadır.
Mevlana’nın kurucusu olduğu Mevlevilik inancı ve tarikatı zaman içinde Osmanlı imparatorluğu sınırlarını aşarak evrenselleşmiştir. Farsça ve Arapça konuşulan bölgelerde yaygınlaşmış ve Mevlevilik düşüncesini benimsemiş çok sayıda taraftar ve destekçi bulmuştur.
Mevlana’nın sevgiye dayalı ve sınırsız hoşgörüye sahip mistik dünyası yaratılmış herkese açıktır. Her insan burada kendisine mutlaka bir yer bulabilir. Bu nedenle dünyanın tüm kıtalarında Mevlana, Mevlevilik düşüncesini kendisine rehber edinmiş binlerce sempatizan bulmuştur. Mevlana sahip olduğu engin insan sevgisi ile, tüm dünya insanlarının sevgisini kazanmıştır. Ona göre sevgi, her kapıyı açan anahtardır ve paylaşıldıkça büyür, daha anlamlı hale gelir.