Ülke insanına dair sosyolojik tespitlerde bulunmak istiyorsanız başvuracağınız ilk adreslerden biri sinemadır. Bizde 50’ler sonrası ve erken 60’larda sanat olma hüviyetine bürünen sinemanın temel yapıtları, bunun en kıymetli örneklerinden birkaçını oluştururlar. Bugün; yalnızca siyasal değil, kültürel ve sosyolojik o büyük kırılmada önce “konuşmayan”, sonra da “hiç susmamakla birlikte ne dediği pek anlaşılmayan” bir “sanat sinemasıyla” karşı karşıyaysak; bu, içinden geçtiğimiz yılların dışavurumudur.
Sus ya da Çok Konuş! Ya Sonra?
Evet, yeşeren iklimle tam bir uyum içerisinde görünen günümüzün “sanat sinemacıları”; özellikle de çıkış yıllarında çoğunlukla susmuşlardır! Konuşmaya başlasalar foyaları ortaya çıkacaktır sanki. Derin derin ufkun ardına bakar, sigaralarından derin bir nefes çeker ve öylece beklerler. En büyük sorunları (kaçıncı yüzyılda yaşıyorsak artık!) kasabaların yalnızlığını / dinginliğini duyumsamak ve “kentin” içi boş insanından uzaklaşmaktır. Hayli prim yapmış bir yönelimdir bu: Düşünsenize, kahramanlarınıza konuşmayı yasaklayın, günümüzde artık iyice açığa çıkan bir “maneviyata” yaslanın ve sessizliğiniz başta Batı’nın görkemli festivallerinde ve sonra da yukarıdan aşağı doğru tuhaf bir silsile içinde ülkenizde övgülere boğulsun!
Derin çelişkiler içinde yaşayan bu “duyarlı karakterler” sonradan konuşmaya başlasalar da, ağızdan çıkan tümcelerin kime ve neye hizmet ettiği belirsizdir. Kırsalı hiç tanımayanlar, köy kahvelerinde, gözümüze sokulandan daha nitelikli muhabbetler döndüğüne şaşırabilirler.
Gerçek ya da Minimalizm!
Her şey Türkiye gibidir sizin anlayacağınız. “Minimalizm”in büyüsüne dalanlar, bu kavramı tam da “bize göre uydurma” eylemine girişmişlerdir. Evet; varlık nedenlerini “saf sinema” olarak özetleyen ve biçimselliği ön planda tutan bu akımın yönetmenleri, tarihsel süreç boyunca popüler sinemanın değişmez unsurları olan aksiyon, efektler, kahramanlar, gerçek dışılık gibi kavramların karşısına sadeliği çıkarmışlar, öyküyü işlevsiz bırakacak her türden ayrıntıdan kaçınmışlar, mekân ve dekor seçimlerini gerçekleştirirken konunun parçalanmamasını göz önünde bulundurmuşlardır. Ama bu bakışta, estetik bağlamda “zaten güzel olan gerçeğe, ek bir güzellik katmaya çalışmak anlamsızdır” şeklinde özetlenebilecek anlaşılır bir düşünce vardır.
Öncüler ve Ardılları
Buradaki sihirli kelime olan “gerçek”in anlamını düşünelim şimdi: Antonioni, Ozu, Bresson ve Satyajit Ray gibi yönetmenleri. Ayrıca, Minimalizm’in politik olgulardan ve siyasal bir tavırdan yoksun olduğu eleştirilerinin sadece bize has olduğu gerçeğini! 2. Savaş sonrasının Japonya’sındaki toplumsal / bireysel çöküşü eşsiz bir dille anlatan Ozu klasiklerini, Üçüncü Dünya’nın umut filmlerinden ‘Apu Üçlemesi’ni, Batı’nın “refah toplumunda” içi boş hayatlardan müthiş kesitler sunan Antonioni’yi ya da metaforların siyasal sistemin üzerine bir kâbus gibi yağdığı İran şaheserlerini! Sonra “bize” dönelim ve bütün bu olup bitenlerin ne anlama geldiğini tartışalım.
Meselenin bir de TRT, Kültür Bakanlığı ve kimi festivallerde dağıtılan “yardım” boyutu da var elbette. Sözünü ettiğimiz “uyumlanma” sürecinin bir parçası olan bu olguyu ve daha pek çok konuyu devam yazımızda ele alacağız.