Antalya'nın kent kimliğini tarihsel ve doğal değerleri oluşturmaktadır.

Tarım, ticaret ve hizmet faaliyetlerine eklenen ve 1960-1970 yıllardan itibaren mevzuatta ve pratikte artan hızla kendini gösteren turizm yatırımları Antalya’nın gelişimine damgasını vurmuştur.

1950'lerde 50.000 olan nüfus, Türkiye'deki nüfus artış hızı en yüksek kent ünvanı ile günümüzde kent merkezi 1.400.000 olmak üzere, 2.700.000’ lere ulaşmıştır.

Antalya’nın turizm politikalarıyla hedeflenen ve kentleşme sürecine esas karakterini veren yatırımlar kapitalist yeniden üretim koşullarının geliştirilmesine yönelik olmuştur. Bu yolla ülkeye döviz girdisi sağlanacak, toplumun refah düzeyi yükselecektir. Doğal olarak bu tercihin toplumun ihtiyaçları ve kamusal çıkarları bir bütün olarak ele alma yeteneği, çevresel ve tarihsel değerleri koruma iradesi yok denecek kadar zayıftır.

O nedenle planlanan alanlar da dahil olmak üzere, çıkar çevrelerinin ilgi alanına giren bütün çevresel değerlerin önlenemez bir şekilde tahrip edilmesi, plan dışı yapılaşmaların ve özel çıkarlara dayalı kullanımların fırsat kollandığı bir kent haline getirilmiştir Antalya.

Hiç kuşku yok ki bu sonucun öncelikli sorumluları geçmişten bugünlere merkezi ve yerel iktidar odaklarının birbirlerini tamamlar bir şekilde izledikleri ve çıkar çevrelerini kollayan politikalarıdır. Planlama ve koruma ilkelerinin hayata geçirilmesinde kararlı davranmamaları, ihlallerin bizzat failleri olmaktan uzak kalamamalarıdır. Siyasi istikballeri adına devlet destekli veya yakın çevrelerindeki özel beklentilerin önünü açmaları, usulsüzlüklere göz yummaları ve kılıfına uydurulan düzenlemeleri alışkanlık haline getirmeleridir.

Ne yazık ki döviz gelecek, refaha seviyemiz artacak, uçuşa geçeceğiz gibi akıl ve bilim dışı söylemler, kollanan çevrelerin “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” uygulamalarının dayanağı olmuştur. Antalya, ancak nüfuzu ve parası olanların gönlünce yaşayabileceği, mekânsal bölünmüşlükleri, sosyal, kültürel dışlanmışlıkları kurumsallaştıran bir kent kimliğine bürünmekten kurtulamamıştır.

Bu kimlik onu yaşam alanlarını tüketen, havasını, suyunu, toprağını kirleten, tahrip eden, her türlü değerini, ormanlarını, sahillerini, tarım arazilerini, korunması gereken çevresel ve tarihsel alanlarını paraya tahvil etmekten başka bir seçenek düşünemeyen yolun sonuna getirmiştir.

Geriye doğru baktığımızda Antalya, 12 Eylül dönemi ile birlikte yokuş aşağı bir konumlanışa geçmiş, AKP dönemi ile birlikte de makarasından boşalırcasına kentsel yaşamın ticarileştirilmesi, kamusal zenginlik kaynaklarının talanı ve çevresel değerlerin geri dönüşümü imkansız tahribatlarına sahne olmaktadır.

Ancak askeri diktatörlük anlayışının hüküm sürdüğü koşullarda yapılabilecek olan, Lara Kıyı Bandındaki 100 mt.lik "Doğal Sit Alan Sınırı” bir otelin talebi üzerine 30 mt. ye indirilmiş ve Lara Kıyı yolunun güzergahı değiştirilmiştir. "Turizmi Teşvik Yasası" kapsamında Turizm Bakanlığına plan değişikliği yetkisi verilirken; yine aynı dönemde çıkarılan ve halen yürürlükte olan İmar Kanunu ile yerel yönetimlere tanınan plan yapma, değiştirme yetkilerinin merkezi yönetim ile el ele her türlü kötüye kullanımların önünün açıldığı görülmüştür.

Aklıselim hiçbir yönetim anlayışının yapmak istemeyeceği, kendi kendinin çukurunu kazma pratiklerinin ilk işaret fişeklerini atan 12 Eylül darbesi ile zora dayalı olarak yolu açılan neo liberal politikalar, ardıllarınca da fütursuzca uygulanmaya devam edilmiştir.

Yaşanan bu süreçte, kamu otoritesinin zor ve baskısı altında tutulan muhalif çevreler dışında, toplumun hemen bütün kesimlerinin sahip olduğu servet ve mülkü ile orantılı olarak gelişen rant düşkünlüğü, nemalanma beklentisi, kenti tüketen rızanın ve desteğin toplumsal tabanını oluşturmuştur.

Antalya siyasetinin esas anlamı, siyasi vaatlerin, onlara destek vermenin yegane kriteri iş (kenti) bitiricilik ile özdeşleştirilmiştir. Kamu görevlileri, siyasiler, yatırımcılar, mülk sahipleri, cemaatler, hemşeriler, kooperatifler, dernekler, yerlisi, dışarılısı demeden hep beraber oluşturulan lobilerle nasıl daha da fazlasını elde edilebileceğinin ve aynı zamanda tarım alanlarını, ormanları, sulak alanları, sahilleri ve korunması gereken kamusal alanları nasıl bir an önce imara açabileceklerinin yol ve yöntemlerini geliştirmenin uğraşısı içinde olmuşlardır.

Kent yönetimlerinin öncelikli kaygıları ve yanıt aradığı sorular, turizm alanı, konut alanı kimdir bunun sahibi ? Emsal uygulamaları, subasmankodu, bodrumla, çatıyla artırılan kat sayıları olmuştur.

Nitekim sonraki dönemlerdeki hiçbir yasa değişikliği, sağlanan hiçbir kolaylık yeterli görülmemiştir. O nedenle merkezi veya yerel yöneticiler, yatırımcılar, finansörler, tedarikçiler, mülk sahipleri ve piyasacı siyasetçilerin koalisyonu nüans farklılıklarını da bir kenara bırakarak artık hepsi aynı yönde ve aynı yolda yürümeye başlamışlardır.

Küresel sermayeyi kentimize çağırma seansları, 12 Eylül dönemini aratmayan tek adam yönetim anlayışına geçiş; ne yasa, ne mahkeme kararı, ne planlama ilkeleri, ne kamusal çıkarlar, ne toplumsal ne de doğal ve tarihsel değerler…, hepsi yaşam alanlarını hiçe saymanın, keyfiliklerin, oldu bitti dayatmaların içtihatlarının oluşturulmasında, içi boşaltılması gereken kavramlar/formaliteler olarak ele alınır hale getirilmiştir.

Mevcut siyasi ve ekonomik yapı, kenti ve kent planlamasını rant ekonomisinin bir parçası haline getirmesi nedeniyle planlama da, turizm politikaları da kısır döngüye dönüşmüş durumdadır.

Her sene daha fazla yatak, daha çok turist, daha fazla döviz hedefi, daha fazla cazibe alanı, daha fazla nüfus, daha çok yerleşim, daha fazla imara açılması gereken alanlarla birlikte, ÇED’i umursamayan taş ocakları, HES’ler, daha fazla fosil yakıt tüketimine dayalı yatırımlar… İnsafsızca kirletilen, tüketilen, talan edilen eko sistemi ile ülkemizin pek çok yöresinde yaşandığı gibi Antalya da kazandıkça tüketilen bir kent haline getirilmiştir. (Antalya’nın Küresel Isınma Sorununa Katkıları” başlıklı değerlendirme ile devam edecek)