Siyasi iradenin dere, tepe, sahil, orman, sulak alan, verimli toprak, ekolojik dengeyi dikkate almayan tahsisleri, ihaleleri ve yatırımları sonucunda bütün bir ülkeyi tarumar etmekte olduğu zamanları yaşamaya devam ediyoruz.

Küresel boyutta yaşanan iklim krizinin tezahürleri de ülkemizin pek çok yerinde, olağan dışı iklimsel değişiklikler, kuraklık, şiddetli yağış, sel, fırtına, çığ, taşkın, hortum, orman yangınları gibi felaketlerle kendini gösteriyor… Antalya’nın Akdeniz havzasında yer almasından dolayı deniz ve kıyılarının iklim değişikliğinden etkilendiği konusunda elde edilen bulgular da konunun önemini ve ciddiyetini ortaya koyuyor.

Nitekim doğa olaylarına bağlı yaşanan ölümlü, maddi ve manevi zararlara neden olan gelişmeler yaşam koşullarımızı, ekonomik ve sosyal hayatımızı doğrudan ilgilendirmektedir. Bu gelişmelerin insan faaliyetleri sonucunda yaşandığı konusunda da artık bir tereddüt bulunmamaktadır.

Hepimizin farkında olduğu gibi Antalya’nın da çarkları fosil yakıt kullanımı ile dönüyor.

Yoğun sezonlarda kaç saniyede piste inip havalandığı hesapları yapılan uçaklar, ülkenin en çok motorlu araçlarının kayıtlı olduğu iller arasında olması, artan nüfus ve korunması gereken alanların imara açma yarışı, ormanlar, tarım alanları, sulak alanlardaki yapılaşmalar, göl ve derelerinin kuruması, orman yangınları ve yoğun ağaç kesimleri karşısında acil önlemlerin geliştirmekte gecikilmesi Antalya’da daha da yaygın zararlar ile karşılaşılmasının kaçınılmaz olacağının altı çiziliyor.

Ayrıca Avrupa’da Antalya gibi üzerinden uçak uçan kentler olmadığı; Eski uçakların hava alanına inişine izin verilmediği; Rusya ve ondan ayrılan ülkelerin Türkiye ilgisindeki en önemli etkenlerden birisinin de bu olduğu belirtilmelidir.

Yüksek çekim gücüne sahip olan Antalya bir yandan yatay ve dikey yönde gelişen yapılaşmaları ile birlikte, nüfus artışı, yoğun araç trafiği, çevre kirliliği ile adeta bir “ısı adası” gibi atmosfere CO2 salınımında pek çok kente göre açık ara önde olmalıdır.

“Dünya Kenti” , “Turizmin Başkenti” yakıştırmalarının gerçekle alakası olmadığı ilgili bütün çevrelerce bilinmektedir. Ama bu söylem sular kenti Antalya’yı su kaynaklarından mahrum bırakmıştır. Ormanlarının, yeşil alanlarının, sulak alanlarının, kuş cennetlerinin ve tarım arazilerinin kaybedilmesine neden olmuştur. Her alanda kullanılmaya başlanılan kimyasallarla, gıda güvenliği başta olmak üzere sağlıklı yaşama koşullarından uzaklaştırmıştır. Diğer bir deyişle atmosfere CO2 salınımının etkisini azaltacak zenginlik kaynaklarından da hızla yoksunlaşması devam etmektedir.

Dünya Sağlık Örgütüne göre yerleşimlerde nüfusa göre minimum yeşil alan oranı %9' olması gerektiği belirtilmektedir. İmar kanunumuza göre bu oran en az % 10 m2 dir. Antalya kent merkezinde ise bu oranın % 4 civarında olduğu akademik çalışmaların tespitleri arasında yer almaktadır. Bu hesaplamaya refüjlerdeki ağaçların, fidanların da dahil edilmesi sonucu değiştirmemektedir.

Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) raporuna göre kentsel yapılı çevre, yıllık küresel sera gazı emisyonlarının %75 inden sorumlu, binalar ise tek başına bunun % 39 unu oluşturmaktadır. Küresel enerjinin %36 sının binalara ayrıldığı ve küresel emisyonların % 8 inin yalnızca çimentodan kaynaklandığı açıklanmıştır.

Antalya’nın kent merkezinin adeta bir beton tarlasına dönüştürülmüş olması aslında küresel ısınma konusunda da dünya kentleri arasına girebileceğimizin açık görüntüleridir. O nedenle asfalt kutlamaları, imar şenlikleri düzenleyebilen, ülkenin en azgın deresinde yat limanı yapmayı düşünebilen, olmadı setlerle yapılan göletin kıyı erozyona neden olmasına seyirci kalınabilen, taşkın alanlarını imara açabilen, falezlerdeki yapılaşmalara rağmen fok balıklarını mağaralara davet eden, yoğun yapılaşmalarla diştaşlar, masa dağı gibi doğal yapıyı bozmayı övünç kaynağı haline getiren zamane yönetim anlayışları ile küresel ısınma hızını aşağıya çekmek pek mümkün görünmüyor.

Yakın geçmişte kentsel dönüşüm adı altında SURYAPI tarafından inşa edilen, beton satıhdan sonra, sırada bekleyen çok daha devasa bir alana sahip KIRCAMİ bölgesinde uygulanmak istenen imar planı bulunuyor. Bu haliyle yapılaşma faaliyetlerinin başlaması, küresel ısınma konusunda yapılmaması gereken hemen hemen bütün başlıkların hayata geçirilmesini de sağlanmış olacak.

Uzmanlık kuruluşlarının bu bölgenin planlarına yönelik itirazlarından anlaşılacağı üzere,

Yoğun yapılaşma, beton bloklar, artan nüfus; ulaşım bağlantılarındaki sorunlar, yoğun trafik;

doğal eşiklerin korunmaması, doğal yapı ile uyumsuzluk, kullanışsız yeşil alanlar, tarıma veda;

arkların/su yollarının korunmaması, hali hazır yolların dikkate alınmaması nedeniyle sel, taşkın gibi iklimsel ve çevresel riskler; bölgenin jeolojik yapısı ve su yollarının varlığı gözetilmeden fosseptik uygulamaları öngörülmesinin neden olacağı çevresel ve sağlık riskleri yetmiyormuş gibi planda kişiye özel olarak yer verilen fosil yakıt /petrol-gaz satış istasyonu….

Merkezi ve Yerel yönetimlerin bir yandan sürdürdükleri sıfır atık, akıllı kent uygulamalarının, iklimsel ve doğal yapı gözetilmeden teşvik edilen imar planlamaları düşünüldüğünde boşa kürek çekildiği düşüncesine kapılmamak mümkün değildir.

Aynı şekilde Antalya Büyükşehir Belediyesinin, merkezi yönetim projesi olarak Antalya Alanya otoyolunu kent planlarına işlerken neden olacağı doğa tahribatı, kirlilik, onca motorlu aracın neden olacağı titreşim ve atmosfere kesintisiz CO2 salınımını hesap etmemesi, tarım alanlarına vereceği zararı, yol kenarları boyunca yeni yerleşim alanlarının oluşacağını öngörememesi kabul edilebilir bir yaklaşım değildir.

Fosil yakıt kullanımını teşvik eden planlar hayata geçirilirken, ormanlar, tarım alanları imara açılırken, onlarca viyadük bağlantılı otoyol geçirilmesine destek verilirken, alternatif enerji temini uygulamaları ile küresel ısınmaya karşı önlem geliştirmenin mümkün olamayacağı çok açık. Ama bu haliyle söz konusu teknolojik değişimlerin imalatçı ve tedarikçi firmaları zenginleştirmeye daha çok yarayacağı da ortada.

O nedenledir ki küresel ısınmanın başlıca nedenlerden biri olarak görülen enerji sorununun, teknolojik değil, kültürel olduğunun altı çizilmektedir. Antalya örneğinde de görülebileceği gibi bir yaşam biçimi olarak daha fazla kar, daha fazla döviz kazanımı hedefi ile sonuca ulaşmak mümkün görünmemektedir. Aksine enerji verimliliğini esas alan, daha eşitlikçi, daha kamucu, doğa ile barışık ve onunla birlikte sürdürülebilir bir ekonomik modelin savunuculuğu ve uygulamaları ile tüketim çılgınlığına da, doğa tahribatlarına da son vermek mümkündür. Ama ne yazık ki halen bu yönde adım atılmasının önünü tıkayan egemen güçler, bütün karşı çıkışlara ve itirazlara rağmen küçük bir azınlığın beklentilerine göre yol almakta ısrar ediyorlar. (“İklim Değişikliği Etkilerine Karşı Var Oluş Mücadelesi” başlıklı değerlendirme ile devam edecek.